Yenilikçiliğin Peşinde Bir Cengaver, Bora Abdo

Semih Gümüş şöyle demiş Radikal Kitap’taki bir köşe yazısında: “Okurken algılarımız gözlerimizden değil, zihnimizden geçerek hücrelerimize sızar. Göz olanı alır, sonra zihnimizde renklerine kırılır, hayal ettiklerimizle birbirine karışır ve gördüklerimizin bir imgesini yaratırız. Gözlerimizle gördüklerimiz yazarın yazdığıysa, zihnimizle gördüklerimiz kendi okumalarımız içinde verilenden ayrı bir imgelem yaratır. Bütün nitelikli yazınsal metinler aynı sonucu verir. Yazarın verdiği anlamlar başlangıçta okur için yalnızca birer veridir.”

Bora Abdo-Bizi Caganoz Diye Biri Oldurdu-featured

Bir kitabı bir insanın beğenip başka bir insanın beğenmemesi durumu Semih Bey’in bu cümleleriyle açıklığa kavuşur. Bu aslında bütün sanat eserleri için geçerlidir, insanlar çevresinde algıladıklarını kendi deneyim süzgecinden geçirdikten sonra anlamlandırır. Bu yüzden sanat eserleri aynı zamanın farklı insanları tarafından, şahane, ufuk açıcı, yenilikçi ve aynı zamanda gereksiz, anlamsız, zaman kaybı gibi, birbirine zıt özellikler ile nitelendirilebilir.

Bu durum artık klasikleşmiş dediğimiz, üzerine çokça düşünülüp taşınılmış, herkesçe kabul edilen bir anlam kazanmış eserler için bile geçerlidir. Fakat bu araf durumu en yoğun, günümüzün yenilikçi sanatçılarının eserlerinde yaşanır. Sanatçılar da yeni yöntemler denerken anlaşılamamaktan korkar, ama zihnindeki fikir ve biçimleri ortaya dökmeden de edemez. Bu bir çeşit ifade ediş biçimidir ve çok farklıdır. Bunun farkında olan sanatçı ürününü ortaya koyduktan sonra gelebilecek bütün eleştirilere göğüs germeyi göze almış demektir. Bora Abdo da bu sanatçılardan biridir.

“Olumlu eleştiriler gelsin diye yazmayı tercih etmiyorum. Bunun yollarını hepimiz biliyoruz aslında. Kendi adıma yazmayı bırakabilirim de. Karakış Üçlemesi’ni ve Beni Unutma Dörtlemesi’ni bitirip çekilebilirim. Ama riske girerek yazmak bana da iyi geliyor. Çünkü bir karşılık beklemiyorum, bir çıkarım yok. Toplumu eleştirmek, yönlendirmek gibi bir derdim de yok. Hiçbir yazar metninden daha gerçek ve daha kutsal değildir,” der ve ekler, “Okurun zekasına güveniyorum.”

Bora Abdo-Bizi Caganoz Diye Biri Oldurdu-2

Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü kitabının öyküleri, Semih Gümüş’ün deyimiyle, gücünü dil ve anlatım biçiminden alıyor, taşıdığı sorunlardan ya da hikayeden değil. Bu yüzden öyküleri incelerken bu anlatım biçimini öncelemek gerekir. Abdo dilin sınırlarını zorlayan bir yazar. Bu kitabındaki öykülerde özellikle virgül en çok sınırları zorlanan öğelerden biri diyebiliriz.

“Ağır ve karanlık gökyüzünde Kral’dan bir iz aradım. Sis içinde rıhtımları, gökdelenleri, kuleleri, balkonları, ölmüş olabileceğini düşünerek kaldırım kenarlarını, çöp tenekelerini, vinçleri, ağaç yıkıntılarını, iskeleleri, kimselere kaptırmamak için ağızlarında kanatlı bir canlıyı taşıyarak uzaklaşan kedileri, kuytularını, balıkçı gemilerini, dalgakıranları, çok büyük tersaneleri, köprüleri, köprü altlarını, apartman girişinde asili aidat borcu bulunan sakinlerinin hayatlarını araştırmaya başladım.” Kayıp Kral’ı Öldürenler

Abdo virgülü nadiren yukarıdaki gibi alışık olduğumuz bir biçimde, tek görevli kullanır. Çoğu öyküde ise virgül aşağıdaki paragraftaki gibi çok görevlidir; aynı cümle içinde bazen eş görevli sözlük ve sözcük öbeklerini, bazen de sıralı tümceleri ayırmak görevini aynı anda üstlenir.

“Dirseğini dayadığın yer, üşümelerinden korktuğun ihtiyar kuklaların ve yataklarına serdiğin el örgüsü renkli battaniyelerin, sayılarla ve trafik kurallarıyla ve çeşitli hayvan ve meyve resimleriyle süsleyip boyadığın ahşap bloklardan oluşturduğun şarap evleri, ufku silik ve uzun iskeleye çıkmayacak yolun, su gibi dilin ağzının içinde, sabah yüzünü yıkarken ilk iş ağlamaların rutubetli banyonda, gizlediklerinde gizlemediklerinde, bıraktığı iz adalara doğru incelen ve sonra kaybolan, vapurun kıç altında izlediğin köpüklerin yukarı seyredene doğru erişme isteği, kusursuz yuvarlak lekeler. Kimse anlamasa da kıştı, ilmekti, ayrılık acısıydı. Hepsi geçti.” Takvimlerin Suspus Zamanlarında

Bazı yerlerde ise virgül, noktanın yerine geçer:

 “Tanıdın.
(hep aynı şeye hep aynı tepkiyi verdik seninle, gidelim artık buralardan dediğimizde,
kaldık,
şimdi bile yetmeyecek anlamaya;
soğuyan ayak parmaklarını biliyorum, yankılanmayan ve bir kez daha duyamayacağım sesim vardı biliyorum, kalabalığın ortasında kırdığın başını biliyorum, seni izleyenleri ve sanki başka hiçbir şey yokmuş gibi sana bakan onca gözü yaşasaydın, sana soracağım tek soru vardı, biliyordun, güldük buna, bu esrimenin yanında ben senin gülmeni dinledim, taşlara ses veren karlar ve yağmurlardan ve kuşluk tüten kışlardan sonra, ne yalan söyleyeyim sevdim de,
ama nerden bilecektin. Gülmeni diyorum, bu denli basit, nereden bilecektin;)” Bir Kenan Öldüm ve Ben de Öldüm

Abdo sadece noktalama işaretlerinin değil, aynı zamanda ezberlediğimiz diğer dilbilgisi kurallarının sınırlarını da sorgular. Örneğin Ğığ adlı öyküsünde, ğ ile başlayan kelimeler üretmenin peşine düşer.

“Bir gün şöyle bir şey fark ettim. Yaşamın değil ölümün canlılığı vardı. Adanın sokaklarında dolaşıp ağır ağır kurtçuklarını bekleyen ölü köpeklerin kulaklarını ve patilerini kestim, yılanların derilerini yüzüp kuruttum, eledim, nal seslerinden kaçışan gagaları ve kursakları boş kargaların ve martıların ve serçelerin kafalarını koparıp karışımıma ekledim, bizi ölümden başka ölümler ve ölüler korur diye düşünüyordum, çürük yaprakları, otları ve çiçekleri, Kanlıca mantarlarını, küflenmiş portakalları, güllerin renklerini ve köklerini, rüyalarımda gördüğüm izleri, bazı ağaçların dibinde kımıltısız yatan solucanları, kozalaklardan dökülen zehirli tırtılları, kurbağa bacaklarını, tayların tırnaklarını, faytoncuların tellerin üzerinde çatlatana kadar koşturdukları ölen atlarının ayaklarını. Oğlumun define bulmada kullandığı ve boyunlarına ayet astığı beyaz horozların gözlerini. Ama en iyisi kurbağalar. Onlar kadar öğrenci yok. Geceleri yakalarım hep onları. Iğ’ı bulduğumda üç aylıktı. Ğığ’ın gözlerini kargalar oymuştu. Ğığıt bir sarhoşun kafasına attığı bira şişesiyle beyin kanaması geçirmişti. Ğı, uyurgezerdi ve boğulmuştu. Tığığ’ı bir cüce bıçaklamıştı karnının ortasından. Ğıtığ’ın sadece cesedini buldum, öyküsünü öğrenemedim.” Ğığ

Aynı öykünün sonunda ise kahraman bilinç kazanır ve kurgunun bir parçası olduğunu, kaderinin Abdo’nun elinde olduğunu bildiği görülür. Abdo burada tekniğin yanında anlatımda da farklılıklara önem verdiğini gösterir. Burada yazar, klasik deyimle, okuyucu ile kurgu arasındaki dördüncü duvar yıkar.

Bora Abdo

Abdo, Bizi Çağanoz Diye Biri Öldürdü kitabıyla, klasik tekniklere alışkın olan bizi şoka uğrattığını söyleyebiliriz. Bu şoklar iyidir, çünkü insanları sorgulamaya iter. Kitabın teknik analizinin ancak bir teze konu olabileceğini düşünürken, öykülerde anlatılan hikayelerin önemini de sorguluyorum. Aslında kabaca bakıldığında kitaptaki bütün öykülerin ortak yanı, acı duygusu. Belki ölüm acısı, belki aşk acısı, belki tecavüz, belki de yoksulluk. Ama hep “acı,” piyasadaki diğer öykü kitaplarındaki gibi. Düşünmeden edemiyorum, acaba ne zaman edebiyatımızda hikaye açısından da yenilikçiliğin peşinde koşan cengaverler çıkacak? Umutla bekliyorum.

Bugün Bora Abdo’nun doğum günü. Selam olsun Ada’ya.

Sinem CerrahSinem Cerrah
İpekli Mendil Yazarı

Yorum bırakın