A’dan Z’ye “Yaşamak Hatırlamaktır” – Ülkü Tamer

“Biraz daha yaşadım. Biraz daha hatırladım. Yazdıklarımı, daha önce yayımlanmışlarla birlikte tek kitapta topladım.

Bir yaşamöyküsü değil bu. Bir yaşamın ayrıntıları. Şiirlerimin birinde yazdığım gibi, ‘karanlıkta beyaz kuşlar’.

Bu işe Neslihan sürüklemişti beni. Yüreğimde kalmış renkleri benimle paylaşan, yazıya döktüren o oldu,” diye başlıyor “Yaşamak Hatırlamaktır”a Ülkü Tamer. Edebiyattan, spora, sinemadan, yayıncılığa, Antep’ten, tiyatroya karanlığımızı aydınlatan bütün “beyaz kuşları” içimizi ısıtan, tertemiz bir Türkçeyle ve büyük bir yürekle önümüze diziyor. Yaşadığımızı hatırlatıyor. Güzel anılarımızın kahramanları, zihnimizde birer elmas gibi parlıyor.

yasamak-hatirlamaktir

A’dan Z’ye “Yaşamak Hatırlamaktır” – Ülkü Tamer

ABDİ İPEKÇİ: “O gece Roma’da o korkunç düşü gördüm yine. Öyle çatırtıyla kırıldı ki dişim, kan ter içinde yataktan fırladım. Sabaha kadar da uyuyamadım. Uçağa bindim. ‘Şimdi uçak düşecek,’ diyordum. ‘Galiba kendi ölümümü gördüm.’

İstanbul’a geldim. Eve girdim. Biraz sonra telefon. Mehmet İlkorur. ‘Ülkü Ağabey, Abdi Bey’i vurmuşlar.’

Anlamadım. ‘Ne diyorsun sen?’

‘Abdi Bey’i, Abdi İpekçi’yi vurmuşlar.’

Televizyon açık. Haberlerde öyle bir şey söylenmedi.abdi-ipekci

Gazeteyi aradım hemen. Yazı İşleri’ni bağlattım. Doğru.

Şişli Etfal Hastanesi’ne koştum. Bahçeyi Milliyet çalışanları doldurmuş. Ercüment Bey’le Nurettin Bey de orada.

‘Abdi Bey nasıl?’ dedim Nurettin Bey’e.

Nurettin Bey boynuma sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

‘Abdi’yi kaybettik.’”

***

“Abdi Bey dünyanın en ciddi insanıydı belki. Onu tanıyınca, dünyanın en keyifli insanı olduğunu da anlardınız.

‘Gülme krizi’ ünlüydü. Bazen tutamazdı kendini, iki büklüm, kahkahayla inleme arasında garip bir ses çıkararak dakikalarca gülerdi. Onu tanımayanlar şaşırırlar, telaşa kapılırlardı.”

 

ADİLE NAŞİT: “Adile Naşit, tanımaktan mutluluk duyduğum insanlardan biriydi. O kısacık boyuna dünyanın en büyük yüreklerinden birini sığdırmıştı. Oğlunun umarsız hastalığını öğrendiği zaman bile o yüreğini korudu, başkalarının derdine ortak oldu; yaşamının en büyük rolünü oynadı, dudaklarından gülümsemesini hiç eksik etmedi. Bunda eşi Ziya (Keskiner) Bey’in de büyük payı olduğunu belirtmem gerek.

adile-nasitTiyatroda tanışmıştım onunla. Dostluğumuz sadece kulislerde değil, evlerindeki sohbetlerle de sürdü.

Günün birinde İlhan Hemşeri, ‘Yahu, siz kaç yıldır tanıyorsunuz birbirinizi?’ diye sormuştu Ziya Bey’e.

Adile Abla atılmıştı: ‘Oooo… Bizim dostluğumuz milattan önceye dayanır.’

Herkesle dostluğu milattan önceye dayanıyordu.”

 

AMARCORD: “Görkemli bir gala düzenledik. Yazarlar, oyuncular, yönetmenler, gazeteciler Emek Sineması’nı doldurdu. Filmden önce, getireceğimiz üç filmin, Macarlar’ın, Kan Davası’nın, Tess’in ‘fragman’larını gösterdik. İlk alkış orada koptu. İkinci alkış, Amarcord’un hemen başında, filmi Abdi İpekçi’nin anısına adadığımızı belirten yazıda geldi. Sonra film boyunca sürdü alkışlar. Perde kapanınca ise sinema alkıştan yıkılıyordu sanki.

Üç gün bile afişte kalamayacağı ileri sürülen Amarcord, ilk gösteriminde 19 hafta kapalı gişe oynayacaktı. Sinemanın yetkililerinden Hikmet Bey çok iyi hatırlar, filmi görmek için İzmir’den gelenler bile vardı. Amarcord, daha sonra iki yıl içinde üç kere daha ‘vizyona girecek,’ aynı ilgiyi görecekti.amarcord.jpg

Bu arada ilginç olaylarla da karşılaştık. Bazı köşe yazarları, ‘Filmde Enternasyonal çalınıyor,’ diye yaygarayı kopardılar. Sivil polisler sinemayı basıp Amarcord’u (makinistin hinlik edip filmi keserek göstermesine engel olmak amacıyla) makine dairesinden izlediler, notlar tuttular. Sonunda, belki Milliyet’i karşılarına almaktan çekindikleri için, “suç unsuru” bulmadıklarını söylediler. Ama bu olaydan sonra sansür bize karşı daha dikkatli davranacak, Kan Davası’ndan ‘sosyalizm’ sözcüklerinin çıkartılmasını isteyecek, Mephisto’nun ülkemizde gösterilişine ise, ‘komünizm propagandası yapılıyor,’ gerekçesiyle, izin vermeyecekti.

Gazetelerde, dergilerde, Amarcord üstüne dünyanın yazısı yayımlandı. Belki yanılıyorum, ama bildiğim kadarıyla, ülkemizde hiçbir yabancı film üstüne bu kadar çok yazı yazılmamıştır. Hele Aziz Nesin’le Atilla Dorsay’ın tartışması… Ne büyük ilgi uyandırmıştı.”

 

ANTEPLİLER: “Antepliysen korkmazdın. Hele İpekçi Tahsin’in oğluysan, Antep savunmasında yer almış, Fransızlarla çarpışmış, İstiklal Madalyası’yla ödüllendirilmiş has bir Anteplinin oğluysan hiç korkmazdın. Sadece Frankenştayn, Kurt Adam, bir de Drakula korkutabilirdi seni. Onlarla gece vakti Şehreküstü sokaklarında karşılaşsak belki o kadar korkmazdık da beyazperdede belirdiklerinde ödümüz patlardı. Herhalde film olduğu, korkmamız gerektiği için.

Evimizin yazlığından dört metre aşağıya, beton üstüne düştüğüm zaman da, kendi kendime, ‘Antepliler korkmaz,’ demiştim.”

“Sabahleyin erkenden uyanırdı Antepliler. Akşama kadar çalışırlardı. Hem de ne çalışma! Ama akşam olunca da, keyiflerine kimse karışamazdı.

Rakıyı da adam gibi içerlerdi. İçki masasında biri ölçüyü kaçırıp densizlik mi etti, bir daha o masaya oturamazdı. İçeceksen, kimseyi tedirgin etmeden, edebinle, onurunla içecektin.

Çocukluğumda nice pazar gününü testilerle rakı içilen Kavaklık’ta geçirdim, bir tek kavgaya bile tanık olmadım.”

asik-ihsaniÂŞIK İHSANİ: “O dönemde İstanbul’u kasıp kavuruyordu Âşık İhsani. Kısa boylu, uzun saçlı, sakallı, posbıyıklı bir halk ozanıydı. Sırtında sazı, öğrenci derneklerinin kongrelerinde, işçi sendikaları toplantılarında, daha çok da bizlerin gittiği alçakgönüllü meyhanelerde devrimci türküler söylüyordu. Gözlerini kısarak, ‘Arkasından baltasını biledi… bileeediii”yi patlatmayagörsün, herkes özlemini çektiği devrimi bir çırpıda gerçekleştirmiş, halkı o anda kurtarmış gibi haz duyuyordu.

Aramızda ona kanı pek ısınamayanlar da vardı. Sözgelimi, Adnan (Özyalçıner). Bir gece Tosun’un meyhanesinde İhsani için ileri geri laflar edip de, ‘Böyle şaklabanlık mı olur?’ deyince, devrimciliğiyle birlikte ayranı da kabaran Aydemir (Akbaş) dayanamamış, Adnan’ın suratının ortasına yumruğu patlatmıştı.”

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR: “Okulda en sevdiğimiz edebiyat öğretmenimiz Behçet Kemal Çağlar oldu. Doğrusu istenirse, pek bir şey öğrenemedik ondan. Ama sınıfta hiç değilse, biraz edebiyat soluduk.

O dönemde Kabataşlı arkadaşlara imrenirdik. Öğretmenleri Behçet Necatigil diye. Ama bizim Behçet Hoca da edebiyatı keyifli bir derse behcet_kemal_caglardönüştürmüştü.

Anıl, Spiro, ben, harıl harıl şiir yazardık. Hoca bazen alır okurdu yazdıklarımızı. Bir keresinde, ‘Bunları Yirminci Asır dergisindeki köşemde yayımlayacağım,’ dedi. Yüreklerimiz pıtır pıtır, o sayıyı bekledik.

Evet, şiirlerimiz yayımlandı. Ama Behçet Hoca hepsini ‘düzeltmiş’, vezinli-kafiyeli yapmış, imzalarımızdan başka neredeyse her şeyi değiştirmişti!”

“Öğretmenliği tartışılırdı Behçet Kemal’in. Şairliği haydi haydi tartışılırdı. Ama insanın içini ısıtan içtenliği, yakınlığı, hepimizin dünyasına renkler katıyordu.”

 

BİLGE KARASU:  “Yine Milliyet Yayınları dönemi. Şubat ayında bir gün ziyaretçim olduğunu söylediler. Bilge Karasu gelmiş. ‘Buyursun,’ dedim hemen. Çok, ama çok uzun süredir görüşmemiştik Bilge’yle. Kucaklaştık. Birer çay söyledik. Neler yaptığımızdan söz ettik.

‘Yeni bir şeyler var mı?’ diye sordum.

bilge-karasu-ulku-tamerUtanarak güldü.

‘Ben de onun için gelmiştim,’ dedi. ‘Bir kitabım var. Göçmüş Kediler Bahçesi. İlgilenir misin?’

Elindeki dosyayı aldım hemen.

‘Bu mu?’

‘Evet,’ dedi. Kitabını önermekten sıkıldığı belliydi. ‘Bir oku istersen.’

‘Yahu,’ dedim, ‘nesini okuyacağım! Senden okuyacağım kadar okudum. Bunu da kitap olarak çıkınca okurum.’

‘Basacak mısın yani?’ dedi Bilge.

‘Bugün doğum günüm,’ dedim. ‘Bana bundan güzel bir doğum günü armağanı verilemezdi. Sağ ol.’

Kitabı çok kısa sürede yayımladık. Daha sonraki yıllarda, ölünceye kadar doğum günümü hiç unutmadı sevgili Bilge, en azından bir kartla hep kutladı.”

 

Cemal SureyaCEMAL SÜREYA: “Bu arada kahve değiştirmiştik. Aksaray-Saraçhane arasında küçük bir kahveye taşınmıştık. Zekeriya’nın bizden başka müşterisi yok gibiydi. Edebiyat konuşmaktan sıkıldığımızda, langırt masasının başına geçiyor, masa futbolu oynuyorduk.

Övünmenin tam sırası. En iyi oynayanlar Kemal’le bendim. Günün birinde artık nereden yolu düştüyse Sezai Karakoç uğradı kahveye. Galiba Cemal’le buluşacaktı. Cemal Süreya’yla. Dayanamadı. Langırtın başına geçti. Bildiğim bütün spor dalları, seyrettiğim bütün sporcular dahil, o güne kadar gördüğüm en hırslı oyuncuydu.”

 

CHARLES LAUGHTON: “Charles Laughton’ı nasıl unutabilirim! Deniz Ejderi’nin Kaptan Bligh’ını? Filmin oğlanı Clark Gable’ı bile silip süpürmüştü. (Filmin kahramanına ‘hafiye’ demezdik Antep’te; ‘oğlan’ derdik; ‘oğlan’ın yanında da, özellikle kovboy filmlerinde, bizi güldüren bir ‘serseri’ olurdu. Roy Rogers’tan çok ‘serseri’sini severdik. ‘Serseri’ler arasında bizi en çok güldüreni de Andy Devine’dı.)charles-laughton

Deniz Ejderi’ni kim bilir kaç kere görmüştüm! Yılda bir kere oynardı Nakıp Ali’de. Yıllar sonra Marlon Brando’lu, Trevor Howard’lı ‘yeni çevrim’i nasıl da yavan gelmişti bana.

Charles Laughton’ın, şimdi televizyonlarda sık sık oynatılan Jamaica Hanı’na da bayılmıştık. Ne Jamaica Hanı? Düpedüz Kanlı Meyhane’ydi o! Yönetmeninin Alfred Hitchcock olduğunu yıllar sonra öğrendim. O sıralarda Hitchcock’u kim bilecek! Yönetmen nedir, ne iş yapar, ondan bile haberimiz yoktu.”

 

CÜNEYT ARKIN: “Cüneyt Arkın’ı Fahrettin Cüreklibatur olduğu, öykü yazdığı günlerden tanıyordum. Annemin memleketlisiydi. Eskişehirliydi. Tıp Fakültesi’ne gidiyordu o sıralarda. Şiir yazmayı bırakmasına üzüldüğüm, üzülmekten öte içerlediğim, Cengiz Çelikten’le dolaşırlardı hep. (Sahi, Cengiz acaba nerelerde şimdi?)

cuneyt-arkinO gün okuldan çıkar çıkmaz Cüneyt’i buldum. ‘Yarın çekimin var mı?’ diye sordum.

‘Hayır,’ dedi.

‘Hazırlan öyleyse, benim okula gidiyoruz.’

‘Peki,’ dedi hemen.

‘Ama önce Cağaloğlu’na gidip kırk dört öğrenciye bir şeyler alacaksın,’ dedim. Herkese üçer defter, üçer kalem, birer cetvel, birer suluboya takımı, vb.

Ertesi gün nerede buluşacağımızı kararlaştırdık.

Buluştuğumuzda Noel Baba gibiydi Cüneyt. Arabasının bagajını armağanlarla doldurmuştu.

Okula vardığımızda ilk ders başlamış, öğrenciler sınıflarına girmişti. Müdürün odasına gittik. Hikmet Bey, Cüneyt’i görünce gözlerine inanamadı.

Benim çocuklar da.

Sınıfın kapısını açıp da içeri girdiğimizde önce bir sessizlik kapladı ortalığı. Sonra çığlıklar yükseldi: ‘Cüneyt Arkın! Cüneyt Arkın!’”

 

ÇİĞDEM TALU: “Londra’dan İstanbul’a dönecektim uçakla. Gün ağarmamış. Heathrow Havaalanı’nda herkesin gözünden uyku akıyor. ‘Ülkü, merhaba,’ diye bir ses duydum. Döndüm. Çiğdem Talu. Kolej’den sonra belki bir, belki iki kere karşılaşmıştım onunla. Yıllardır gördüğüm yoktu. O da aynı uçakta.cigdem-talu

‘Nasılsın?’ dedi. ‘Sağ ol, iyiyim,’ dedim. Sonra ben sordum: ‘Sen nasılsın?’ Sorar sormaz da beynime yumruğu yedim.

‘Kanserim. İstanbul’a gidiyorum, kızımı bir daha görmeye.’

Ne diyeceksin? Başladım lafları gevelemeye. Konuyu değiştirdik. Okul günlerinden söz ettik. O arada koluma biri dokundu. Abdi Bey. Abdi İpekçi.

‘Ben de İstanbul’a dönünce seni arayacaktım,’ dedi. ‘Milliyet Yayınları’nın başına geçer misin?’

Hiç beklemediğim bir soru.

‘Yarın bana uğrayabilir misin?’ dedi Abdi Bey.

‘Tabii,’ dedim.”

 

DAĞLARCA: “En sevdiğim dizelerden ‘Sen benim çocuğum nerdesin / Aşka ve cesarete gitmiş’in şairi, bir ara benden çok daktilomla ilgilendi. Eski bir daktiloydu bu. Erika. Benimle yaşıttı. Milliyet Yayınları’nda masamın üstünde duruyordu hep. Ne yazsam onunla yazıyordum.

fazil-husnu-daglarcaBir gelişinde sordu. Anlattım. ‘Babamındı bu,’ dedim. ‘Ben ilkokul ikinci sınıfa giderken babam yeni bir daktilo aldı yazıhaneye. Bunu da eve getirdi. Bana verdi. O gün kullanmaya başladım. Hâlâ kullanıyorum. Bir kere bile onarım görmedi.’

Babamın adını sordu Dağlarca. Söyledim. ‘Küçük bir plaket yaptıracağım,’ dedi. ‘Üstüne ‘Tahsin Tamer’ yazdırıp bu daktilonun kenarına yapıştıracağım.’

Yayınevine her gelişinde bu sözünü hatırladı. Erika’nın üstünde ‘Tahsin Tamer’ yazısı hâlâ yok. Şimdi kırk yılda bir kullanıyorum onu. Ama her kullanışımda Dağlarca’nın verdiği söz geliyor aklıma.”

 

“Dağlarca’nın içki sevgisi bilinir. Ama tanıdığım bazı içkiciler gibi değildir üstat. İki kadehten sonra kimsenin kafasını gözünü patlatmaya kalkışmaz. Keyifle içer, aynı keyfi çevresindekilere de saçar.

Milliyet Yayınları’nı yönettiğim sıralarda bir gün gülerek geldi.

‘Romatizmama çare buldum,’ dedi. ‘Harika bir ilaç keşfettim.’

‘Nedir?’ diye sordum.

‘Büyük bir şişe votka alacaksın,’ dedi. ‘İçine bir aspirin atıp şişeyi kapatacaksın. Üstüne de o günün tarihini yazıp rafa kaldıracaksın. Ertesi gün bir şişe votka daha. Onun içine de bir aspirin. Tarih. Onu da kaldıracaksın. Bu böyle sürecek.’

‘Sonra?’

‘Aradan yirmi bir gün geçince, ilk şişe votkayı alıp içeceksin. Her gün bir şişe. Gör bak, romatizma filan kalmıyor.’

‘Üstat,’ dedim, ‘bu düpedüz içki. İlaç değil ki.’

‘Senin aklın ermez,’ dedi Dağlarca. ‘O tek aspirin votkayı ilaca çeviriyor.’

Üsteledim. ‘İlaç diye içki içiyorsunuz siz.’

Dağlarca kızdı:

‘Aspirinli içkiyi ne yapayım! İçkimi daha sonra adam gibi içiyorum!’”

 

EDİTA MORRİS: “1965-70 arası bir yıldı. Yabancı dergilerden birinde, sanırım New Left Review’da okuduğum bir tanıtma yazısı, Vietnam’a Sevgiler (Love to Vietnam) kitabına ilgimi çekmişti. Amerika’da yaşayan Seyfettin Başçıllar’a yazdım hemen. O kitaptan bir tane bulup bana yollamasını istedim.

Bir süre sonra geldi kitap. Yazarı Edita Morris. İncecik bir romandı. Nagazaki’de atom bombasından “kurtulmuş” bir Japonla napalm yağmuru altındaki Vietnamlı bir kızın mektuplaşmalarından oluşuyordu. Okuyunca vuruldum. Bir daha okudum hemen. Sonra Memet Fuat’a koştum. Kitabı uzattım.

‘Bunu yayımlayalım, Memet Ağabey,’ dedim. ‘Hemen çeviririm.’

Memet Ağabey kitabı aldı. Basım tarihine baktı. ‘İyi de,’ dedi, ‘bu kitap on yıllık süreyi aşmamış. Yazarının isteyeceği telif ücretini kaldıramayız.’

‘İstemez,’ dedim. ‘Bu kitabı yazan, telif ücreti sorununu çıkarmaz karşımıza. Ben kendisine yazarım.”

O akşam oturdum, Mrs. Edita Morris’e bir mektup yazdım. Kendimden söz ettim. Kitabını çok sevdiğimi, Türkçeye çevirmek istediğimi, ama yayınevinin küçük bir yayınevi olduğunu, yüksek bir telif ücreti ödeyemeyeceğini söyledim.

Mektubu ertesi sabah Amerika’ya, yayınevinin adresine gönderdim. On gün sonra da Paris’ten, Edita Morris’ten yanıt aldım.

Yazar, kitabının Türkiye’de yayımlanmasından onur duyacağını, hiç telif ücreti istemediğini söylüyordu. ‘Yayınevinin küçük bir yayınevi olduğunu belirtiyorsunuz. Gerekirse Vietnam’a Sevgiler’in Türkiye’de yayımlanması için masrafları karşılayabilirim,’ diyordu.

Duygulandım. Bir teşekkür mektubu yazdım. Sonra çeviriye oturdum.”

 

“Bir de duvar yazısı hatırlıyorum Lima’da. Koca koca harflerle yazılmış… ‘Yoksullukla savaş… Bir dilenci öldür!’

Latin Amerika’yla ilgili romanına Bir Dilenci Öldür (Kill a Beggar) adını koyacaktı Edita. Kitabı da bana adayacaktı.”

 

ELHAMRA: “Elhamra da kül oldu. Bir zamanların sineması, sonradan tiyatrosu, derken yine sineması, yandı.

1940’ların sonunda, 50’lerin başında zaman zaman gittiğim sinemalardan biriydi Elhamra. Gözde sinemam Lale’ydi. Errol Flynn’ın, Gary Cooper’ın, Alan Ladd’in filmleri orada oynatılırdı çünkü. İpek’le Melek’i (şimdiki Emek) de severdim. “Kara film”ler yüzünden. Humphrey Bogart yüzünden.

Elhamra, İstanbul’un en seçkin salonlarından biriydi. Başka sinemalarda film gösterilirken yüksek sesle konuşanlar, Elhamra’nın kadife koltuklara yayılmış sessiz büyüsünü fısıltıyla bile bozmak istemezlerdi.

Film ilanları dışında sinemanın adı bir kere geçti gazetelere. Çıplak Ayaklı Kontes gösterilirken. Filmde Ava Gardner, Rossano Brazzi’yle evleniyordu. Düğünden sonra yatak odasında Brazzi dokunaklı bir konuşma yapıyor, askerliği sırasında erkekliğini yitirmiş olduğunu açıklıyordu karısına.

Bir gün o sahnede kadın seyircilerden biri fenalık geçirmiş, koltuğunda ölüvermişti. Olay gazetelerde yer aldı. Biz de ortaokul sıralarında haftalarca konuştuk bunu. Sonra unuttuk, yine Esther Williams’ın bacaklarından söz etmeye koyulduk.”

 

ERİKA: “Yayımlanan ilk yapıtım, ilkokul dördüncü sınıftayken yazdığım bir öyküydü. 100-150 sözcükten oluşan ‘Fakir Aile’, Antep’te bir gazetede yayımlandığı zaman, dünyada benden mutlusu yoktu. Benden büyük yazar da yoktu. Define bularak zengin olan yoksul bir aileyi anlatmıştım.

Yine o sıralarda, babamın daktilosuyla haftalık bir gazete çıkarmaya başladım evde. Gazetem haftalıktı. Dosya kâğıdının iki yanını da daktiloyla doldurmak saatlerimi alıyordu. Sonradan alıştım, daha hızlı yazmaya başladım, gazetemi günlüğe çevirdim. Daktilosuyla dostluğumu gören babam onu bana verdi. Yaşıtım ‘Erika’ hâlâ duruyor, tıkır tıkır çalışıyor; bir kere bile onarıma gitmedi. Dağlarca, bir ara beni ne zaman görse, ‘Küçük, pirinç bir levhaya ‘Tahsin Tamer’ yazdırıp daktilonun yanına yapıştıracağım,’ derdi.”

 

EŞREF ŞERİF: “Daha eskilere yetişemedim, benim hatırladığım ilk spor spikeri Eşref Şefik’ti. Güreşleri ne güzel anlatırdı. Radyoda onun sesini duyunca, ninem bile kulak kesilir, Ali Yücel’lerin, Nasuh Akar’ların, Yaşar Doğu’ların, Gazanfer Bilge’lerin, Mersinli Ahmet’lerin yıldırım ‘tuş’larını beklemeye başlardı. Arada bir çayını yudumlayarak, ‘Ne güzel anlatıyor,’ derdi.

Eşref Şefik de yudumlardı… sütünü. ‘Müsaade buyurun, sütümden bir yudum alayım,’ derdi arada bir. O yaşta, bunun ‘aslan sütü’ olduğunu nereden bilelim?”

 

FERDİ TAYFUR: “Sinemacılık oynardık çoğunlukla. Ellerimizde tahta kılıçlar, kimimiz Vatan Kurtaran Aslan, kimimiz Korsanlar Kralı olurduk. Gunga Din gibi borazan öttürürdük. Mustafa Dayı’nın oğlu Hasan, havuzun kenarına çıkar, Kanun Harici’nde Henry Fonda gibi, ‘Hey, berber! Berberci!’ diye bağırırdı.

‘Hey, berber! Berberci!’ Ferdi Tayfur öyle konuşmuştu. Romeo-Juliette’te bizi etkileyen, ne Leslie Howard’ın ne de Norma Shearer’ın ölümüydü, John Barrymore’un Basil Rathbone’a ‘Kediler kralı!’ diye bağırmasıydı. Ferdi Tayfur’un sesi duyulur duyulmaz alkış kopardı sinemada. Laurel-Hardy’ye, Arşak Palabıyıkyan’a, Nesimaçi’ye can veren oydu.

Yalnız sesiyle mi?

Yıllar sonra televizyonda Laurel-Hardy filmlerini izledim. Ferdi Tayfur’a öykünerek seslendirilmişlerdi. Dans Öğretmeni’nin başında Laurel’le Hardy bir arabadan inerler. Hardy, sürücüye, ‘Bizi getirdiğiniz için teşekkür ederiz,’ der. Ferdi Tayfur taklidi tamam. Ama eksik olan bir şey var. Ferdi Tayfur’un seslendirmesinde o cümle bir başka çünkü: “Nakliyatınıza teşekkür ederiz.” O güldürülerin kanı, canı böyle inceliklerle oluşturulmuştu.”

 

GAZHANE DÖNEMİ: “Gazhane döneminde hakemin yönetimini beğenmeyen, ‘Gözüne gözlük!’ diye bağırırdı. ‘Gözlük takarsan belki daha iyi görür, daha doğru karar verirsin,’ anlamına geliyordu bu. Futbolculara da sövülmezdi. Olsa olsa, yarı şaka, sözgelimi Galatasaraylı İsfendiyar’a, ‘Kel! Kel!’ diye bağırılırdı. İsfendiyar da kapalı tribünde Fenerbahçelilerin oturduğu bölümün önüne gelir, onları selamlar, sarı-lacivertli taraftarlardan alkışını alırdı!

Çok iyi hatırlıyorum, bir keresinde, Beşiktaş’ın solbeki Doktor Vedii (Tosuncuk), maç sırasında santra çizgisine kadar gidince, seyircilerden biri, ‘Nereye gidiyorsun? Yerine dönsene ulan!’ diye bağırmıştı. Öteki seyirciler, ‘Ulan denir mi? Ayıp!’ diye, bağıranın üstüne yürümüşlerdi.

Gazhane yıkılıp da yerinde yeni açık tribün yükselince, seyirciye de bir şey oldu! Türkiye değişiyordu; insanlar, insan ilişkileri, davranışlar, tepkiler değişiyordu. Seyirci mi değişmeyecekti! Artık en hafif küfür, Baba Gündüz’ün deyişiyle, ‘İlme hakem!’di.

‘Ulan!’ diye bağıran seyircinin üstüne yürüyenler yoktur artık.

Yıllar sonra Fenerbahçe’nin, bir kış gecesi Ajax’la yaptığı maçta bir seyirci Hollanda takımının solaçığına gazoz şişesi fırlatacak, polis de şişeyi fırlatanı değil, onu ayıplayan bir başka seyirciyi yaka paça götürmeye kalkacaktı.”

 

GÜNEŞ TOPLA BENİM İÇİN: “‘Güneş Topla Benim İçin’ ilgiyle karşılandı. Theodorakis’in de katıldığı bir toplantıda şunları söyleyecekti Zülfü:8826379321

‘Herkes terziye bir insan götürür, ‘Bu insana bir elbise dik,’ der. Biz Ülkü’ye bir elbise götürdük, ‘Bu elbiseye bir insan uydur’ dedik.

‘Elbiseye insan uydurmak çileli işmiş gerçi, ama çile de keyfe dönüşebiliyormuş. Yeter ki elbise güzel olsun.’”

 

HASİBE’NİN GÖBEĞİ: “Sonra Hasibe Bacı gelirdi. Babamın teyze kızıydı Hasibe Bacı. Onu her görüşümde utanırdım. Bana anlattıklarına göre, çok küçükken kâğıda bir daire çizer, ortasına da bir nokta kondururmuşum. ‘Hasibe’nin göbeği,’ dermişim buna. Anlatır, gülerlerdi. ‘Hasibe’nin göbeği’ nereden çıkmıştı, çözemedim. Belki bebekken hamamda görmüştüm göbeğini. Yaptığım ilk resim, ne ilk resmi, belki ilk bin resim ‘Hasibe’nin göbeği’ymiş.”

 

HEM DERSİNİ BİLMİYOR…: “Hayatımın en büyük ‘iltifat’ını beni hiç tanımayan, benim de hiç tanımadığım bir adamdan aldım. Yıllar önce Bodrum’da Hurşit, Pamili, ben, Yalıkahve’de oturmuş, politikadan söz ediyorduk. Hurşit’in bir tanıdığı geldi masamıza. Oturdu, sohbete katıldı. Bir politikacıyı eleştiriyordum. Adam, ‘Beyefendi,’ dedi, ‘siz bilmezsiniz ünlü bir söz vardır: ‘Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten’’. O da öyle. Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

Hurşit gülmeye başladı. ‘Sen o sözü nereden duydun?’ dedi adama.

‘Gazetede okudum,’ dedi adam. (Bunu Fethi Naci’nin, bir yazısına başlık yaptığını anlayacaktık sonradan.)

‘Allah iyiliğini versin,’ dedi Hurşit. ‘Tereciye tere satıyorsun. Yahu, o sözün yaratıcısı Ülkü’nün kendisi. Bir şiirinde var.’

Aynı Hurşit aylar sonra çarşıda koluma yapışacak, ‘Gel,’ diyecekti. ‘Livaneli’nin yeni kaseti geldi. Sana bir şarkı dinleteceğim. İlk benden dinle. Çok seveceksin.’

Sesimi çıkarmadan Güneş Topla Benim İçin’i dinledim. Kim bilir kaçıncı kere. Stüdyoda kaydı yapılırken de Zülfü’nün yanındaydım. Sözleri benimdi çünkü.”

 

HİTCHCOOK: “İki yönetmenin bende ayrı yeri var. Fellini’yle Hitchcock’un. En sevdiklerim listesinde onları tepeye yerleştiririm. Sonsuz Sokaklar, Kalpazanlar Çetesi, Sekiz Buçuk, Fellini’yi en sevdiğim yönetmen yapmıştı. Sonra bir dönem aramız bozuldu. Satyricon’undan nefret ettim. Bu yüzden Amarcord’a da korka korka gittim. Öylesine sevdim ki filmi, Türkiye’ye kimse getirmeye yanaşmayınca kolları sıvadım, ben getirdim.

Hitchcock da benim için hep vazgeçilmez oldu. Çocukluğumda Kanlı Meyhane’ye Charles Laughton’la Maureen O’Hara çekmişti beni. Hitchcock’un olduğunu yıllar sonra öğrenecektim.

Sinema keyfini bana en çok yaşatan yönetmendir Hitchcock. Gizli Teşkilat’ını her seyredişimde aynı tadı alırım.”

 

INGMAR BERGMAN: “Bir İsveçli. Ingmar Bergman. Yaban Çilekleri, İskandinav soğuğunu duygu yüklü sıcaklığıyla yok eden bir güneştir.”

 

İPEKÇİ TAHSİN: “Babam ‘İpekçi Tahsin’ diye bilinirdi. Ölümünden çok sonra tanıdığım yaşlı bir Antepli, ‘Senin baban iki şeyde öncülük etti; Antep’e iki yenilik getirdi,’ demişti. ‘İlki, ipekçiliği getirmesi. İpekli dokumacılığını o başlattı.’

‘İkincisi?’ diye sormuştum.

‘Antep dışından gelin getirdi. Bir yabancıyla evlenen ilk Antepliydi.’

Yabancı. Yani Eskişehirli. Annem Eskişehirliydi. Babamın askerlik arkadaşı Halil Atılmaz’ın kız kardeşi.”

 

JOHN FORD: “John Ford’la başlamalıyım. ‘Sanatçı değilim ben. Film yaparım,’ diyen büyük ustayla. Oysa sanatçının hasıdır Ford. Onu Cehennem Dönüşü’yle tanımışım. ‘Tanımışım,’ diyorum. Antep’te Dayı Ahmet Ağa İlkokulu öğrencisi, ‘yönetmen’i nereden bilsin! Kanun Harici’ni seyrederken de yönetmeninden haberim yoktu.

Bu filmleri öteki kovboy filmlerinden ayıran, onlardan üstün kılan bir şey olduğunu seziyordum; ama bunun yönetmenden kaynaklandığını kavrayamıyordum.

Ford’un bütün filmlerini severim. Vadim O Kadar Yeşildi ki, Gazap Üzümleri, Rio Grande… Hepsini. İki filmi ise kişisel listemin tepelerinde dolaşır: Kadın Satılmaz ile Baharda Hücum.”

 

JOHN WAYNE: “Belirli bir olayı yaşamak başka şey, o olayı sonradan öğrenmek, değerlendirmek başka şey. Sözgelimi, bizim kuşak 1960’ta 28 Nisan öğrenci olaylarını yaşadı. Çok daha sonra gelen kuşaklar bu olayları gazetelerden, dergilerden, kitaplardan, anlatılanlardan öğrendiler, araştırdılar, incelediler. Belki bizden daha iyi, daha doğru değerlendirdiler. Ama biz yaşadık.

Sinemanın altın çağını da yaşadık biz. Gary Cooper film çevirirken, biz o dünyanın, o zamanın içindeydik. Beyazperdede beliren görüntüler, o dünyayı, o zamanı bütünlüyordu.

Sinematek seyircisi değildik. Bir filmi, çekiminden yıllar sonra, serinkanlı, mantıklı, nesnel, eleştirel bir gözle izlemiyorduk. Oyuncular için ansiklopedilere başvurmuyorduk.

John Wayne’in bir sözü var: ‘Ben aktör değilim, reaktörüm.’ Belki de aktörlerle değil, reaktörlerle ilgileniyorduk.

Salonda ışıklar söndükten sonra yüreklerimiz beyinlerimize egemen oluyordu.

Ya keyif duyuyorduk, ya öfke.

Güldüğümüzde içimiz gülüyordu.

Çünkü ‘Nakıp Ali’nin Sineması’ndaydık.”

 

KISMEN RENKLİ: “Arada bir gelen ‘kısmen renkli’ filmlere de bayılırdık. Her filme bayılırdık zaten. “Kısmen renkli” filmler siyah beyazdı, seslendirme gerektirmeyen bazı bölümleri renkli olurdu. Sonradan anladığıma göre, teknik olanaklar renkli kopya basımına elverişli değildi o yıllarda; filmlerin Türkçeleri siyah beyaz basılırdı. Bazen araya özgün kopyadan renkli bölümler serpiştirilirdi. Errol Flynn bara mı gitti, o ana kadar siyah beyaz izlediğimiz film, sahnede bir kız İngilizce şarkı söylerken renkleniverirdi. Errol Flynn, Alexis Smith’e bir şey mi diyecek, siyah beyaz olurdu her şey. Sonra Errol Flynn kafasını çevirirdi sahneye, film yeniden renklenirdi. Bir siyah-beyaz, bir renkli, bir siyah beyaz, bir renkli.”

 

KİBRİTÇİ KIZ: “Öğretmenliğe başladığımda, bir de baktım, ufak tefek armağanlar beliriyor. Takvim, dolmakalem, not defteri… Hiçbirini almadım. ‘Sakın bana bir şey getirmeye kalkmayın,’ dedim. Bunun lafta kalmadığı, ne kadar kararlı olduğum anlaşılınca armağan verme ‘teşebbüs’leri kesildi.

Bu ilkemi sadece bir kere bozdum…

Karadenizli bir kız vardı sınıfta. Andersen’in Kibritçi Kız’ı. Yoksullar arasında en yoksulu. Ama inanılmaz derecede onurluydu. Kimseye göstermek istemezdi yoksulluğunu. Hüzünlü, acılı yüzüne her bakışımda yüreğimin ortasına incecik bir bıçak saplanırdı.

Bir kış günü ders arasında sınıftan çıkmadım. Pencereye gidip dışarıyı seyretmeye koyuldum. Yağmur çiseliyor. Kapının önünde bir simitçiyle bir tatlıcı çene çalıyor. Karadenizli kızı gördüm birden. Koşarak simitçiye gitti, bir simit aldı, yine koşarak okula döndü. Koridorlarda oynayan öteki öğrencilerin yanına.

O güne kadar bir kerecik bile simit görmemiştim elinde.

Kapı vuruldu. Açıldı. Döndüm. Karadenizli kız.

Simiti uzattı.

‘Al, öğretmenim, dedi.

‘Biliyorsun,’ dedim, ‘ben…’

Sözümü kesti.

‘Yiyeceksin!’ diye bağırdı. ‘Sana aldım! Sen bizim için neler yapıyorsun!’

Simiti elime tutuşturdu. Koşarak çıktı.

O simiti yedim. Dünyanın en acı, ama en lezzetli simitiydi.”

 

LEYLA MURAT:  “Ben Enver Vecdi’yle Leyla Murat’ı severdim. Enver Vecdi gibi yakışıklısı Amerikan filmlerinde vardı gerçi, ama Leyla Murat’tan güzeli yoktu.

Bir filmde kör oluyordu Leyla Murat. Bakarkör. Enver Vecdi’ye âşıktı. Ama kör olduğunu öğrenirse kendisine acır diye korkuyordu. Böyle bir sevgiyi, böyle bir bağlanmayı istemiyordu. Bir arkadaşıyla Enver Vecdi’yi çağırtıyordu evine. Zavallı Enver Vecdi… Kör olduğunu bilmiyordu Leyla Murat’ın. Leyla Murat ona demediğini bırakmıyordu. ‘Seni sevmiyorum. Defol!’ diye bağırıyordu. O sırada Leyla Murat’ın arkadaşı odanın kapısını açıp kapatıyor, kapı sesini duyan Leyla Murat da, Enver Vecdi’nin gittiğini sanarak, ‘Seni seviyorum. Bu halimi görür de bana acırsın diye böyle yaptım,’ diyordu. Enver Vecdi o anda Leyla Murat’ın kör olduğunu anlıyor, ‘Sevgilim, sevgilim,’ diye ona sarılıyordu.

Haydiii… Bütün sinema gözyaşlarına boğuluyordu. Ninem hüngür hüngür!”

 

MEMET FUAT: “O günlerde Varlık’ta bir şiirim yayımlandı: ‘Hançer’. Memet Fuat okumuş. Sevdiğini söyledi. Sonra, pat diye, ‘Seni de bizim derginin şairleri arasına alalım mı artık?’ dedi.

Heyecandan dilim tutuldu.

‘Getir yeni şiirlerini. Onlarla birlikte ‘Hançer’i de yeniden yayımlayalım.’

O kadarla kalsa iyi. Virgülün Başından Geçenler’i de yayımlamayı önerdi.

Keyiften günlerce ıslık çaldım sokaklarda.

Benim için önemli olan, şiirlerimin ya da kitabımın yayımlanıp yayımlanmaması değildi; Memet Fuat’ın değerlendirmesiydi.”

 

“Yeni Dergi bir okuldu. Memet Fuat bir öğretmendi. Öğrenmemiz gerekenleri ‘dikte’ etmiyordu. Kendi kendimize sorular sormamızı sağlıyordu. Bir duvarın arkasındaki yolları gösteriyordu. O yollardan dağlara vurmak bize kalmıştı artık.

Kimimiz dağlara vurduk, kimimiz ovalara, ormanlara. Kentlerin, kalabalıkların ortasına. Ama Yeni Dergi’den bu yana nereye gittimse, ne zaman iki satır karaladımsa dönüp arkama baktım hep. ‘Memet Fuat, geldiğim bu yer için ne der? Şu yazdığımı beğenir mi acaba?’ diye düşündüm.”

 

metin_oktayMETİN OKTAY: “Santrforum elbette Metin Oktay. Türk futbolunun en usta golcüsü. Şimdi bir oyuncu ceza alanına topla girip de kaleciyle karşı karşıya kalınca bile ne olacağını kestiremiyoruz. Metin ise ceza alanı dolaylarında topu ayağına alıp kaleye doğru bir baktı mı, ‘Goool!’ diye bağırmaya başlardık.

Metin’in attığı gollerin neredeyse hiçbiri sıradan değildi. Hepsinin bir başkalığı, ayrı bir güzelliği olurdu. ‘Gol goldür’ deyip geçmezdik o yıllarda. Bizim için ancak güzel golün, Metin’in attığı gollere benzer gollerin bir anlamı vardı.”

 

MEYAN ŞERBETİ: “Sinemaya gidince meyan şerbeti içmemek olur mu zaten! Şerbetçiler, sırtlarında tulukları, taslarını çıngırdatarak dolaşırlardı salonda. Sadece filmden önce ya da iki film arasında değil. Film oynarken de dolaşırlardı. Bu yüzden kavga çıkardı bazen. Casus Kıran’ın salladığı sumsuğu (yumruğu) önlerinde dikilen şerbetçi yüzünden kaçıranlar ya da Jack Elam’ın öldüğünü görüp de şöyle bir oh çekemeyenler basarlardı küfrü. Ama kısa sürerdi kavga. Nakıp Ali’nin gürlemesi duyulurdu: ‘Naletoğlu naletler! Seyredecekseniz adam gibi seyredin! Burası sinema!’”

 

MİLLİYET ÇOCUK: “Bütün bunlar bir karnaval havası içinde gerçekleşti. Hepimiz, yaşıtlarımıza dergi hazırlayan birer çocuktuk sanki. Ben genel yönetmen değildim, Mehmet yazı işleri yönetmeni değildi, Edip Bey teknik yönetmen değildi, Emine Hanım bile temizlikçi değildi. Herkes aynı sınıfın öğrencisi gibiydi.milliyet_cocuk

Dersi bile oyuna çevirmiştik. Esnemiyor, sıkıntıdan patlamıyor, ‘teneffüs zili’nin çalmasını hiç istemiyorduk.”

“Milliyet Çocuk başarılı olduysa, onu başarıya taşıyan, hep sevgiyle anacağım bu arkadaşlardı.

Kadro dışı yazar-çizerlerimiz de vardı. Başta sevgili Mıstık. Uzay Çocukları’yla, Bizim Ali’yle yalnız küçük okurların değil, anne babaların da sevgilisi oldu. Sonra İsmail Gülgeç, Tan Oral. Sürekli yazarlarımız Haldun Taner, Orhan Boran. Köşe yazarlarımız Halit Kıvanç, Umur Bugay. Kısa sürede derginin can damarında yerini alan Yalvaç Ural.

Dağıtım ekibinin de hakkını vermeliyim. Gazetenin Dağıtım Müdürü Mustafa Eröz’ün yanında görev yapan Niyazi Yeşil’le inanılmaz bir işbirliği gerçekleştirdik. Okurun nabzını sürekli denetledik. Niyazi, ‘tatil trafiği’ne göre dağıtımı neredeyse her hafta yeniden planladı. Yaz aylarında başka dergilerin satışı düşerken bizim satışımız arttı.”

“Bir karne hazırlattım. ‘Milliyet Çocuk dergisi Karnesi’. Tıpkı ilkokul öğrencilerinin okulda aldığı karneler gibi. Dersler yerine yazıların, dizilerin adlarını yazdırdım. Çocuklar her birinin karşısına ‘Pekiyi, İyi, Orta, Zayıf, Pekzayıf’ diye not atacaklardı.

Çocuklar kendilerini öğretmen yerine koydular. Dergiden çıkan karneleri doldurup postaladılar bize. Bir hafta boyunca her gün çuvallarla karne geldi.

Sonuç… En sevilen Larry Yuma… En sevilmeyen ise ‘Öyküler.’

Yılmadık. Bildiğimiz yolda yürüdük. Ağacı yaşken eğmeye çalışarak.

Altı ay sonra yaptığımız soruşturmanın sonuçlarını alınca, neredeyse hüngür hüngür ağlayacaktım. Larry Yuma altıncılığa düşmüş, tahta ise ‘Öyküler’ kurulmuştu.”

 

NECMİYE ABLA: “Yine mizah sayfasına döneyim.

Birkaç gün sonra bir sabah, ‘Sen de bir şeyler yazsana,’ dedi Abdi Bey.

‘Ben mizah yazarı değilim ki,’ dedim.

‘Yaz bir şey, akşama getir,’ dedi.

Nasıl olduysa artık, ‘Peki,’ sözcüğü çıktı ağzımdan.

Yayınevine döndüm. Ne yazayım ben şimdi? Gazeteleri açtım. Milliyetçi Cephe’nin kurucularından Erbakan, başbakan yardımcısı. Koalisyonun anahtarı. Her gün seksen yerde fabrika temeli atıyor, milyonlarca tanktan söz ediyor. Bir yandan da ülkede kan gövdeyi götürüyor.

İçim karardı. “Şiir okuyayım biraz” dedim. Dranas. ‘Olvido’, ‘Kar’, ‘Fahriye Abla’…

Tamam! Aldım elime kalemi, ‘Fahriye Abla’yı yeniden yazdım. Şiir ertesi gün gazetede yayımlandı. İmzasızdı. Daha sonra o sayfada yayımlanacak başka yazılarım, uyarlamalarım gibi.

***

Necmiye Abla”yı unutup gitmiştim. Milliyet arşivinde bir başka yazıyı ararken karşıma çıkıverdi.

‘NECMİYE ABLA

Hava keskin bir barut kokusuyla dolar,

Kapanırdı daha ilk gününde okullar.

Bir afyon ruhu gibi baygın yönetimden

Hayalimde tek lider bir sen kalmışsın, sen!

Hülyasındaki milyonlarca tanka gülen

Gözlerin, bıyığın ve ak pak gerdanınla

Ne koalisyoncuydun sen, Necmiye abla.

Partiniz kutu gibi küçük bir partiydi,

Kadınları çarşafla örtük bir partiydi.

Hükümetin batmasına yakın saatlerde

Hemencecik çark ederdin Meclis kürsüsünde,

Yaz kış taze temeller atardın her köşede,

O temellerde akasyalar açardı baharla.

Ne koalisyoncuydun sen, Necmiye abla.

Önce ticaret odan, sonra grubun vardı,

Bıyığın ince, boyun anahtar kadardı.

İçini gıcıklardı bütün muhaliflerin

Televizyondan yayılan o gevrek sesin.

Kabul edilinceye kadar erken seçim

Manevî fabrikalar kurardın en fazla.

Ne koalisyoncuydun sen, Necmiye abla.

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,

En sonunda varmışsın bir Ispartalıya.

Bilmem şimdi hâlâ bu son kocanda mısın,

Yoksa akıncılarla cihad yolunda mısın?

Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın,

Hatırada kalan şey değişmez zamanla.

Ne koalisyoncuydun sen, Necmiye abla.”

 

NİHAT ZİYALAN: “Günün birinde ev telefonu çaldı. Açtım. ‘Ülkü Tamer’le mi görüşüyorum?’ dedi bir ses.

‘Evet,’ dedim.

‘Adana’dan geldim. Sen şiir yazıyormuşsun. Ben de yazıyorum. Tanışmak isterim.’

Eve çağırdım. Biraz sonra geldi. Gelir gelmez, kitaplığa ilişti gözü. ‘Vay be!’ dedi. ‘Kimin kitapları bunlar?’

‘Babamın,’ dedim.

‘Benim babamın bu kadar çok kitabı olsa onu hemen öldürürüm. Hepsi bana kalır,’ dedi.

Babamın kitapları zaten benim için aldığını anlatmaya çalıştım. Dinlemedi bile.

Nihat Ziyalan’la böyle tanıştık.”

 

Onat KutlarONAT KUTLAR: “Yazdığım şiirleri Onat’a okurdum hemen. Öykünmelerle, temelsiz, sıradan etkilerle dolu saçma sapan şeylerdi hepsi. Onat, her zamanki ciddiliğiyle dinler, ‘Mükemmel. Mısraların kuruluşu kusursuz,’ derdi. Başka bir şey demezdi. Günün birinde, yazdığımı bir daha okuttu. ‘Hah,’ dedi, ‘işte şimdi kendi sesini bulmaya başladın.’

O gün nasıl da keyiflenmiştim. Onat’ın görüşlerinin apayrı bir yeri vardı çünkü. Apayrı bir değeri vardı. Mantığın, düzeyliliğin simgesiydi.”

 

ONK: “Osman Necmi (Nuri değil!) Karaca’yı 1960’ta tanıdım. Yoksa 1961 miydi? Cağaloğlu Türkocağı Caddesi’ndeki iki odalı ufacık yazıhaneye Kara Ünal götürmüştü beni. Çaylarımızı içip çene çalacaktık. Osman Bey’in odası yandaydı. O sıralarda ülkemiz için yeni bir kavramı, telif hakları denen ne idüğü belirsiz şeyi herkese anlatmaya, kabul ettirmeye çalışıyordu Osman Bey. Bazı yabancı dergilerin, yayınevlerinin, ajansların temsilciliğini yapıyor, onların Türkiye haklarını, kendi deyimiyle, ‘plase’ ediyordu.

‘Ne idüğü belirsiz,’ dedim. Gerçekten öyleydi. Bir örnek: ONK, Tintin dergisinin Türkiye temsilcisiydi. İstanbul’da bir yayınevi, haklarını almadan, beş para ödemeden habire yayımlıyordu Tintin’i.. Konu mahkemeye ‘intikal’ etmişti. Fransızcada, İngilizcede büyük i harfinin üstüne nokta konmaz ya, yargıç da düşünmüş taşınmış, ‘Bunlardan birisi Tintin, öbürü Tıntın. İkisi aynı şey değil,’ deyip çıkmıştı işin içinden.”

 

“Bende Osman Necmi Karaca’nın büyük emeği, ONK Ajans’ın da büyük yeri var. Yıllarım dünyanın en güzel ortamlarından birinde geçti. Osman Bey’i hep bir ağabey, ONK’u da yuvam bildim.

Cağaloğlu’ndaki eski han odasının da, sonradan taşındığımız Taksim’deki apartman dairesinin de kapısını sabahları erkenden inanılmaz bir keyifle açardım. Osman Bey gelince Galatasaray’dan söz ederdik önce. Fıkralar anlatırdık. Dostların katılmasıyla derin sohbetlere dalardık. O arada her nasılsa işleri yürütmeyi de.”

 

ORHAN KEMAL: “Keşanlı Ali Destanı’nın ilk oynanışıydı. Oyunun sanatçılarıyla Orhan Kemaledebiyatçılar arasında bir futbol maçı yapalım dedik. Memet Fuat, Altunizade sahasını verdi. Biz edebiyatçılar toplanıp takımımızı kurduk. Kaptanımız Orhan Kemal olacaktı elbette. Keşanlıların kaptanı, oyunun yazarı Haldun Taner’di. Takıma bir de ‘konuk oyuncu’ almışlardı: Bedri Koraman.

Maçın hakemi kimdi dersiniz? Halit Kıvanç!

Maç günü Altunizade’de bayağı seyirci toplanmıştı. Semt sakinlerinin yanı sıra, ‘medya’ da tam kadro oradaydı. (Maç ertesi gün bütün gazetelerde geniş yer alacak, haftalık Ses dergisi ise bu olaya iki sayfa ayıracaktı.) Bizi destekleyenlerin ellerinde koca bir pankart vardı: ‘Yürüyün, Fazıl’ın aslanları!’ Fazıl’ın, yani Dağlarca’nın.

Ben santrfor oynuyordum. Maçın başlamasıyla birlikte ayağıma bir top geldi. Santra çizgisiyle ceza alanı arasında bir yerlerdeydim. Yaradana sığınıp şöyle bir patlattım. Olacak iş değil, top gitti, kalenin örümceğini aldı, doksana takıldı.

Biraz sonra Keşanlılar bir gol attılar. Bunu yine benim bir golüm izledi. Arkasından, Feridun Metin frikikten Hagi’yi bile kıskandıracak nefis bir gol attı. Devreyi 3-1 önde kapattık.

İkinci devrenin hemen başında Keşanlıların iki golü geldi. Şanslı günümdeydim anlaşılan. Bir gol daha attım. Biraz sonra da ceza alanı içinde resmen biçildim. Halit Kıvanç, penaltımızı verdi.

Çok penaltı gördüm bugüne kadar. Lefter’in, Metin’in, İstanbulsporlu İbrahim’in penaltılarını nasıl unutabilirim! Ama o gün Orhan Kemal’in attığı penaltı kadar güzelini görmedim desem, kimseye haksızlık etmiş olmam! Orhan Ağabey, kaleciyi sağa yatırıp sol köşeye gönderdi topu. Şimdi kaleciler penaltı atışlarında kendilerini bir yana atıp işi biraz da şansa bırakıyor ya, öyle değil! Usta yazar, futbolculukta da ustalığını konuşturdu, kaleciyi resmen aldattı. Hepimiz topun sağ köşeye gideceğini sandık!

Maç bitti. 5-3’lük yenginin coşkusuyla, kaptanımız omuzlarımızda, sahada bir tur attık… Sonra da soluk soluğa, yerlere yığıldık!”

 

Fikret Urgup-Sait Faik-Ozdemir AsafÖZDEMİR ASAF: “1950’lerin sonunda edebiyat matinelerinin yıldızı Özdemir Asaf’tı. Sahneye adımını attığı anda kıyamet kopardı, salon alkıştan inlerdi. Özdemir Ağabey, mikrofonun başına geçer, dinleyicileri süzmeye başlardı. Kahkahalar, alkışlar. Konuşacakmış gibi ağzını açardı Özdemir Ağabey, bir şey söylemez, susardı. Kahkahalar, alkışlar. Sonra başlardı şiir: ‘Sana gitme demiyoğum / Ama gitme Lavinia…’ Ya da: ‘Bütün ğenkleğ aynı hızla kiğleniyoğdu…’

Özdemir Ağabey, Eminönü Halkevi salonunda bir edebiyat matinesinde umulmadık bir şey yapmıştı. Bir İskandinav öyküsünün çevirisini okumaya başlamıştı. Dinleyiciler, bunun ardından bir ‘komiklik’ geleceğini sanıp gülmeye başladılar. Gelmedi. Özdemir Ağabey, uzun mu uzun öyküyü okumayı sürdürdü. Mırıltılar homurtulara, homurtular yuhalamaya dönüştü. Ama Lavinia şairi yılmadı, öyküyü sonuna kadar okudu.”

 

PAZAR POSTASI: “Koleji bitirdikten sonra bir ara ben de dadanmıştım Baylan’a. Şiirlerim yayımlanmaya başlamıştı. En sıcak ilgiyi de Muzaffer Erdost gösteriyor, ne yollarsam Pazar Postası’nda basıyordu.pazar-postasi

Salim Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’ne de şiir yollamıştım. Attilâ İlhan seçiyormuş yayımlanacak şiirleri. Bir gün onunla karşılaştım Baylan’da. Elini cebine attı. Dergiye yolladığım şiirleri çıkarıp masanın üstüne koydu. ‘Bunları sevdim,’ dedi. ‘Dergide yayımlamak istiyoruz. Özel bir yer vererek…

Offf be! Keyfe bak! Çiçeği burnunda bir şair için bulunmaz nimet!

‘Ama’ dedi Attilâ, ‘bir seçim yapman gerek. Ya Pazar Postası ya Seçilmiş Hikâyeler…’

Elimi uzatıp şiirlerimi çektim.

‘Pazar Postası,’ dedim sadece.”

 

Peride CelalPERİDE CELAL: “Peride Celal, bence, günümüz Türk edebiyatının yüz aklarından biri. Kendisini tanımaktan kıvanç duyduğum yazarlar arasında yer alıyor. Ama onunla ilk karşılaştığım gün böyle düşünmediğimi itiraf etmem gerek.

Milliyet Yayınları’nın başına yeni geçmiştim. Ercüment Karacan ile Abdi İpekçi, beni Cağaloğlu’nda Gazeteciler Cemiyeti binasındaki asma kata uğurlarken, ‘Ne yaparsan yap,” demişlerdi. Ben de kolları sıvamış, nitelikli bir yayın programı hazırlamaya koyulmuştum.

O hafta içinde Peride Celal telefon etti. Bir kitabı için görüşmek istediğini söyledi. Üç Yirmidört Saat romanı Milliyet gazetesinde yayımlanıyordu. Belli ki, kitabın Milliyet Yayınları arasında çıkmasını isteyecekti. Gönülsüzce kendisine bir randevu verdim.

‘Gönülsüzce’ diyorum, çünkü kafamda belirli bir ‘Peride Celal imajı’ vardı. Benim için Kerime Nadir’ler, Muazzez Tahsin’ler çizgisinde yer alan bir yazardı o. Böyle yazarların kitaplarını yayımlamayı ise düşünmüyordum. Ne etsem de kendisini kırmadan kitabını geri çevirseydim?

Peride Hanım geldi. Dünyanın en zarif insanlarından biri. Onun inceliğini, ‘hanımefendiliği’ni görünce, kitabını geri çevirmek daha da güç geldi bana. Ama, “Yayın programımız çok yüklü. Kitabınızı yayımlamamız şimdilik olanaksız,’ dedim. Üzüldü Peride Hanım. Yine de teşekkür edip gitti.

düşünmeye O gittikten sonra düşünmeye başladım. ‘Ülkü,’ dedim kendi kendime, ‘sen bu kitabı okudun mu? Okumadın. Madem bu masaya oturdun, okumadığın bir kitabı nasıl geri çevirirsin! Ya haksızlık ediyorsan? Bir yayınevi yöneteceksen, önyargılardan sıyrılmalısın.’

Arkadaşlardan birini gazeteye gönderip Üç Yirmidört Saat’i getirttim. Bir tomar gazeteyi eve götürüp o gece okudum romanı. Okur okumaz da Peride Hanım’a gerçekten haksızlık ettiğimi anladım.

Ertesi sabah ilk işim kendisine telefon etmek oldu. Mümkünse bir daha görüşmek istediğimi söyledim. O gün öğleden sonra geldi.

Her şeyi açık açık anlattım. Kafamdaki ‘imaj’dan, önyargıdan söz ettim. O gece Üç Yirmidört Saat’i okuduğumu, kitabı hemen yayımlamak istediğimi söyledim. Özür diledim.

‘Biliyorum,’ dedi Peride Hanım. ‘Dün yayınevinden çıkıp Cağaloğlu yokuşundan inerken, daha önce yazdığım bütün kitaplara lanet ediyordum.’”

 

agop-aradRESSAM AGOP ARAD: “Ressam Agop Arad, Cumhuriyet’te çalışıyordu. Onu tanıyınca, Sait Faik’in kendisi için döşendiği bütün övgüleri hak ettiğini anladım. Her zaman keyifli, neşeli, hiç yakmadığı sigarayı dudaklarından eksik etmeyen, altın yürekli bir adamdı. Yeditepe Yayınları’nda çıkan bütün kitapların kapaklarını o yapıyordu. Bazen sıkılır, ‘Ülkü, ben gidip iki kadeh atayım,’ derdi. ‘Sen şu kapağın yazılarını yazar mısın? Yazarın adını şu harflerle yazıver. Kitabın adını da şu harflerle…

O sıralarda letraset hak getire. Çini mürekkebini önüme çekip yazmaya başlardım: ‘Orhan Kemal… 72. Koğuş…’

Hani, bakırcı ustasının yanına bir çırak girmiş. Çırak bir gün işe gelmiş, ertesi günü yok! Ustası merak edip evine gitmiş, kapıyı çalmış. Çocuğun annesi görünmüş pencerede. ‘Oğlum artık gelmeyecek, mesleği öğrendi, kendisi dükkân açacak,’ demiş. Sonra anlatmış: ‘Nasıl olsa kolay! Bakırı alıyorsun, döve döve biçim veriyorsun!’ Usta dayanamamış: ‘Vay kerata! Sadece kendisi öğrenmekle kalmamış, annesine de öğretmiş!’

Benimkisi de o hesap! Agop Arad’dan öğrendiklerimle Kemal Özer’in ilk kitabı Gül Yordamı’nın kapağına yapacaktım.”

 

ROBERT KOLEJ: “Bizim dönemimizde Robert Kolej’i Robert Kolej yapan, ders dışı etkinliklerdi. Gazeteler, dergiler, yıllıklar yayımlanır, resim sergileri açılır, atletizm yarışmaları, futbolda, basketbolda sınıflararası lig maçları yapılır, konserler, açık oturumlar düzenlenir, sık sık ünlü sanatçılar, politikacılar, bilimadamları çağrılıp konferans vermeleri sağlanırdı. Klasik müzik kulübünden bilardo kulübüne kadar onlarca kulüp, dernek vardı.robert.jpg

Ders dışı etkinliklerin başında tiyatro geliyordu. Yılda dokuz on oyun sahnelenirdi. Öyle “mektep müsameresi” olmazdı bunlar. Dekorundan en ince ayrıntısına kadar titizlikle hazırlanılırdı. Uzun bir prova döneminden sonra seyirci karşısına çıkılırdı.

Genellikle üç kere oynanırdı oyunlar. Biletler on beş gün önceden satışa çıkarılır, kısa sürede tükenirdi.

Oyun bizim okuldaysa, herkes telefonlara sarılır, Kız Koleji’nden konuk çağırırdı. Bir arkadaşın varsa, sorun yok. Arkadaşın yoksa da sorun yok. Açardın Record’u, okul yıllığını, fotoğraflara bakar, senin sınıfından bir kızı beğenir, onu çağırırdın. Genellikle şu yanıtı alırdın: ‘O gün bir işim var mı, bilmiyorum, yarın telefon edebilirseniz söylerim.’

Bilirdin elbet: Kız da hemen Record’u açıp senin fotoğrafına bakacak. Yakışıklıysan kızın işi olmazdı.

Oyun günü herkes iki dirhem bir çekirdek… Bir gece önceden şilte altına konarak ütülenen pantolonlar giyilir, kravatlar takılır, Kız Koleji’nden gelecek arabalar beklenmeye başlanılırdı. Derken Esma Hanım’ın gözetiminde kızlar sökün ederlerdi.

Oyun Kız Koleji’nde sahneleniyorsa sen telefon beklemeye başlardın. Çağıran olmazsa da üç dört kişi bir araya gelir, giderdiniz Arnavutköy’e. Oyundan önce salonda yürek çarpıntılarıyla kızları seyrederken onların ne kadar “fuzuli yaratıklar” olduğunu konuşurdunuz. Çağrılan yakışıklı arkadaşlarınızla da dalga geçerdiniz.

Ama perde kapandıktan sonra oyun konuşulurdu hep. Eleştiriler, yorumlar birkaç gün sürerdi.”

 

SELMA GÜNERİ: “Yıl 1965. Duygu Sağıroğlu bir film çekiyor: Ben Öldükçe Yaşarım. Yılmaz Güney oynuyor. Bir gün, Kulüp 12’de çalıştıklarını duydum. Yılmaz’la Duygu’yu uzun süredir görmemiştim. Sette bir ziyaret edeyim dedim.

selma-guneriKulüp 12’ye girdim. Işıklar hazırlanmış, kamera yerine yerleştirilmiş. Vestiyerin önünde birkaç figüran. Onlar çıkarken kapıdan Yılmaz’la Selma Güneri girecek. Prova yapılmış, çekime geçilecek.

Yılmaz’la kucaklaştık. Duygu beni görür görmez figüranları gösterdi. ‘Gir şunların arasına.’

‘Ne olacak?’ dedim.

‘Kapıdan çıkıp gideceksiniz,’ dedi.

Beleşten artistlik olur muydu?

Duygu hiç düşünmedi bile. ‘Para yok,’ dedi. ‘Ama karşılığında Selma’yı öpersin. Çıkarken onu görürsün. Eski bir tanıdık. Yanaklarından öper, gidersin.’

‘Peki,’ dedim. Sahne çekildi. Ben Öldükçe Yaşarım’a iki saniyelik katkım oldu.

Yıllar sonra Okmeydanı’nda yedek subay öğretmenlik yaparken, bir sabah öğrenciler ışıl ışıl girdiler sınıfa. Gözlerinin içi parlıyordu.

‘Ne oldu?’ dedim. ‘Bir şey mi var?’

Sessizlik.

‘Ne oldu?’

Sonunda Azmi dayanamadı. ‘Öğretmenim,’ dedi, ‘sinemada seni seyrettik.’

Kasımpaşa’da oynuyormuş Ben Öldükçe Yaşarım. Bizimkiler hafta sonunda seyretmişler. O iki saniyeyi de kaçırmamışlar.

Nihat parmağını kaldırdı: ‘Öğretmenim, sen Selma Güneri’yi öptün.’ Başladılar kıkır kıkır gülmeye.

Seçiciler Kurulu bizim sınıftan oluşsaydı, o yılın Oscar’ını kimse elimden alamazdı.”

 

SELMİ ANDAK: “Yıllardır tanırdım Selmi Ağabey’i. Çok da severdim. Tiyatro eleştirileri yazardı. Müzikle ilgisini, beste yaptığını çok sonra öğrendim.

Cağaloğlu’nda sık sık karşılaşırdık. Konuşurduk diyemeyeceğim. O konuşur, ben dinlerdim. Zaten onun olduğu bir toplulukta başkasının konuşması mümkün değildi. Hoşgörüsüne sığınarak bir de fıkra uydurmuştum:

Selmi Ağabey’le eşi boşanmak için mahkemeye başvurmuşlar. Yargıç, eşine, ‘Kocanızla altı aydır konuşmuyormuşsunuz,’ demiş. ‘Ne yapayım,’ demiş eşi, ‘sözünü kesmek istemiyorum.’”

 

SİNEMA: “Akşam gördüğüm filmleri bir daha görmemem olur mu! Sinema iki buçukta mı başlıyor, biz on ikide kapıda olurduk. Bir buçukta da salonda. Filmleri daha önce görmenin ayrıcalığı çok, ama çok önemliydi. Neler olacağı daha önce anlatılırdı. Kimse de yadırgamazdı bunu. Ziller çalınır, ışıklar söner, ‘heyecan doruğa ulaşır’, ilk film başlardı.

Seyirciler arasında dolaşan şerbetçilerin bakır taslarından meyan şerbeti içerek beyazperdeye karışırdık.

Sinema, dünyaydı. Sinema her şeydi.”

 

ŞÜREKÂ: “Yorulunca oturur, sevdiğimiz oyuncuların adlarını sıralardık. Babamın, bizim ileride yararlanmamız için hazırladığı kitaplığında Episkopo ve Şürekâsı adlı bir kitap vardı. “Şürekâ” sözcüğü oradan takılmıştı dilime. Ben de ‘Errol Flynn ve Şürekâsı’nı sıralardım:

Gary Cooper, Humphrey Bogart, Spencer Tracy, Tyrone Power, Henry Fonda, John Garfield, Wallace Beery, Sydney Greenstreet, Tom Tyler, Kane Richmond, Laurel-Hardy, Pedro Armendáriz, Ward Bond, J. Carrol Naish, Victor McLaglen, Charles Laughton, Akim Tamiroff, Andy Devine, Johnny Mack Brown ve tabii Johnny Weissmuller.”

 

TARIK DURSUN: “Gazeteci Necip Bahri Günenç’in oğluydu Fevzi. O yaşta matbaacılık yapıyordu. Antep’te Martı adlı bir de sanat dergisi yayımladı. ‘Ülkü Tamer Özel Sayısı’ olarak çıkan dergi, belki bu yüzden, hemen battı. İkinci sayısı yayımlanamadı.

Fevzi, öyküler yazıyordu. 1950’lerin sonunda Pazar Postası’nda bir öyküsü çıktı. Öykünün başında, onu tanıtan kısa bir yazım yer alıyordu. Sevgili Tarık Dursun, Seçilmiş Hikâyeler dergisinde, ‘Kendisi muhtaç bir dede,’ diye dalga geçmişti benimle. Haklıydı elbet.”

 

TURGAY: “Kaleciler arasında en çok Turgay’ı severdim ben. Fenerbahçe’nin efsane kalecisi Cihat’ı pek az izleyebildim. Turgay’ı, kaleyi Erdoğan’dan devralmasından sonra yıllarca, hiç eksilmeyen bir keyifle seyrettim.

Hani, ‘Şiir gibi futbol oynuyor’ derler ya… Turgay, şiirle düzyazının karışımıydı. Şiirin inceliği, düzyazının sağlamlığı vardı onda. Topu köşeden çıkarıp umutsuzluğu umuda çevirirken şiirdi. Kalesinde bir başka kale gibi güvenle dururken ise düzyazı.

Nice usta kaleciler geçti Dolmabahçe’den… Şükrü’ler, Özcan’lar, Varol’lar. Hepsini sevdim, alkışladım. Ama Turgay başka.”

 

UMUR BUGAY: “Bizimkiler dizisinin yaratıcısı Umur Bugay’la bir süre aynı sahneyi paylaştık. Oyunculuk ettik. O birkaç yıl içinde benden çektiğini herhalde ömrü boyunca kimseden çekmemiştir.

Umur’un bir özelliği var. Korkar. Yanlış anlaşılmasın, büyük sorunlardan, zorbalıklardan korkmaz. Ufak tefek, önemsiz şeylerden korkar. Elinize bir tesbih alıp yüzüne doğru sallayın, onun tespih olduğunu bile bile korkudan bağırmaya başlar.”

 

Ulku Tamer-Allaben OykuleriÜLKÜ TAMER: “Artık ‘genç şair’ sayıldığım yıllar. Beyoğlu’nda yürüyorum. Galatasaray Postanesi’nin önünde Tarık’a (Dursun K.) rastladım. Yanında bir adam.

Tarık bizi tanıştırdı.

Adam ‘Ülkü Tamer’i duyar duymaz sırtını döndü bana, başını postanenin duvarına vurmaya başladı.

Kalakaldım. Adam bu kere de duvarı yumrukluyor. Hem yumrukluyor hem “Olamaz!” diye bağırıyor.

İlk gördüğüm biri. Tek söz söyleyecek halim yok. Şaşkınlıkla Tarık’a baktım. Tarık, ‘Ben de bir şey anlamadım,’ gibilerden dudak büktü. Sonra kolundan yakaladı adamı, ‘Ne oldu?’ diye sordu.

Şöyle bir kendine geldi adam. ‘Ne olacak?’ dedi. ‘Ege Ernart’ı kız sanıyordum, erkekmiş. Ece Ayhan’ı kız sanıyordum, o da erkekmiş. Son umudum Ülkü Tamer’di, karşıma böyle bir herif çıktı! Ben kafamı duvara vurmayayım da ne halt edeyim!’”

 

VARLIK YAYINLARI: “Varlık Yayınları’yla Arif Güzel’in kitabevinde tanıştım. İlk hangi kitabı almıştım, hatırlamıyorum. Cahit Sıtkı’nın, Ziya Osman’ın, Sait Faik’in, Orhan Kemal’in, Dağlarca’nın kitapları, daha sonra Orhan Hançerlioğlu’nun kısa romanları, Haldun Taner’in öyküleri elimden uzun süre düşmedi. Necati Cumalı’nın Güzel Aydınlık, Mahmut Makal’ın Bizim Köy, Cahit Külebi’nin Yeşeren Otlar, Rüzgâr, İlhan Demiraslan’ın İncir Ağacı kitaplarını nasıl unutabilirim! Ya çeviriler? Baragan’ın Dikenleri’ni, Kodin’i, İnci’yi, Fareler ve İnsanlar’ı, Bir Garip Adam’ı, Afrika’nın eşil Tepeleri’ni yutarcasına okumuştum. Kitap kokusu derler ya, o kitapların kokuları bugün bile burnumda.

Ayın biri oldu muydu, yüreğim pır pır etmeye başlardı. Varlık Yayınları’nın bu ayki kitapları çıktı! Acaba neler var? Caldwell var mı? Hemingway? Steinbeck? Bir hafta sonra öğrenirdim bunu. Günlük gazete bile iki günde gelirdi İstanbul’dan. Posta treniyle. Kitapların, aylık dergilerin gelmesi ise ortalama bir hafta alırdı. Bunu bilir, yine de dayanamaz, ayın dördünde erkenden Arif Güzel’e giderdim. Posta saatini beklerdik. Gülerdi Arif Bey Amca. ‘Bugün gelmez,’ derdi. Hep haklı çıkardı.

Sonunda, ayın altısında ya da yedisinde, ciltlediği kitabı bırakır, ‘Ben gidip bir bakayım postaneye,’ der, fötr şapkasını giyer, çıkardı. Dükkânı beklerdim. Biraz sonra elinde paketlerle gelirdi. Evet! Varlık dergisi, Varlık Yayınları!

Artık üç gün uğramazdım Arif Güzel’e. Evde kitaplarımı okurdum. Dergimi. Bir yandan da, ‘Yazdıklarım acaba bir gün bu dergide yayımlanır mı,’ diye düşünürdüm. Gerçekleşmesi neredeyse olanaksız düşler. Boş hayaller.”

 

YAŞAR KEMAL: “Yaşar Kemal, benim için çağımızın en büyük yazarlarından biri. Sadece yazarlarından biri mi? O, aynı zamanda, tanıdığım insanların belki de en yüreklisi, en duygulusu, en seveceni, en berrağı. İlkgençlik yıllarımda Antep’te tanışmamızdan bu yana yargım hiç değişmedi. Dostu olmaktan her zaman onur duydum.Yasar Kemal

Ama, adım gibi biliyorum, birçok yazarımız, ‘Evet,’ der, ‘Yaşar Kemal büyük bir sanatçı. Onun gibi iriyarısı nerede var?’ Sonra da dünyanın en büyük esprisini patlatmanın keyfiyle kahkaha atar.

Bu yazarlardan biriyle konuşuyorduk. Yaşar Kemal’in İnce Memet’ten sonra bir şey yazamadığını, her kitabıyla geriye gittiğini söylüyordu. Ben de budala gibi, Yaşar Kemal’i savunuyordum. ‘Budala gibi,’ diyorum, çünkü kısa sürede, yazarımızın Yaşar Kemal’den okuduğu tek kitabın İnce Memet olduğu ortaya çıktı. Kendisi de bunu itiraf etmek zorunda kaldı; ama okumadığı kitapları yerden yere vurmaktan hiç de utanmışa benzemiyordu.

Sözü hemen değiştirip Nobel’e getirdi. Yaşar Kemal’in bu anlı şanlı edebiyat ödülünü bir türlü alamadığını söyledi.

Yine budala gibi, Churchill’e verilen edebiyat ödülünün bir yazar için hiçbir anlam taşımayacağını, bu ödülü alırsa, Nobel’in Yaşar Kemal’e değil, Yaşar Kemal’in Nobel’e bir şeyler kazandıracağını söyledim. ‘O, ödülünü zaten okurlarından aldı,’ dedim.

Yazarımız Nobel Edebiyat Ödülü’nü de küçümsemeye başladı birdenbire. ‘Almış, almamış, zaten ne fark eder!’ dedi.

Yaşar Kemal için fark etmezdi. Ama bunları söyleyen yazarımız için fark ederdi. O da, birçok ‘meslektaşı’ gibi, kıskançlıktan kalp krizi geçirirdi herhalde.”

 

YAŞAR NABİ: “Yaşar Nabi hastalığıyla yıllarca savaştı. Savaşı sırasında da gemisini hiç terk etmedi.

Gemisinin iki ‘mürettebatı’ vardı sadece. Üsküplü akrabalarından iki delikanlı. Satışa da, muhasebeye de onlar bakarlardı. Eski, küçücük bir hanın ikinci katında. İlk kattaki odalardan biri Yaşar Nabi’nindi. Dergiyi de, yayınları da tek başına yönetirdi. Yazıları, kitapları o seçer, dizgiye o verir, bazen kapaklarını bile kendi yapardı.

Laurence Olivier’nin bir sözü var: ‘Marilyn Monroe profesyonel bir amatördü.’

Yaşar Nabi de profesyonel bir amatördü. Yaşamı boyunca profesyonelliğin bütün gereklerini titizlikle yerine getirdi, ama bunu yaparken amatörlüğünü, o coşkusunu hiç yitirmedi. Uzun bir dönem Türk edebiyatını o coşkusuyla, o çabasıyla yönlendirdi.”

 

YEŞİLÇAM: “Yokluktan var etmeyi becerebilen Musa’ların sokağıdır Yeşilçam. Boyuna mucizeler yaratır. Bana sorarsanız, dünyanın sekizinci harikası olmasa bile, ‘ilk yirmi’ye mutlaka girer.

Dostlukların en hasını, düşmanlıkların en amansızını orada bulabilirsiniz. Oturup Kierkegaard’dan söz edebileceğiniz kişiler de vardır Yeşilçam’da, Yahya Kemal deyince boş gözlerle yüzünüze bakanlar da.

Kimi çalışkandır, boyuna üretir, kimi kahvede çanak oynarken gökten zembille proje ve devlet yardımı inmesini bekler.”

 

WESTERN: “Kovboy filmi denince, Hollywood’dan başka kuş tanımam. İtalyan ‘spaghetti western’leri, bu türe yüzeyden bakan ‘turistik’ yaklaşımlardır. Yapaydır her şeyleri. Müzikleri bile. Kapalıçarşı’da satılan biblo nargileler ‘Türk ruhu’nu ne kadar yansıtıyorsa, bu filmler de ‘vahşi Batı’nın ruhu’nu o kadar yansıtıyor bence. Sergio Leone’nin yapıtlarını da ‘western’ olarak değil, görsel tatlar aldığım ‘serüven filmleri’ olarak seyrederim. ‘Western’ söz konusuysa, Henry King’in Silah Kaçakçıları’nı, ya da oralara kadar çıkmayayım, Randolph Scott’un oynadığı herhangi bir filmi Batıda Kan Vardı’ya kırk kere yeğlerim.”

 

YILMAZ PÜTÜN: “Yılmaz Pütün İstanbul’a gelince beni buldu. Pek tanıdığı yoktu. Uzun süre benimle kaldı. Yemeklerimizi, çoraplarımızı paylaştık. Öykü yazıyordu. Arkadaşlarımla tanıştırdım onu.

Günün birinde, ‘Ben oyuncu oluyorum; bir filmde oynayacağım,’ dedi.

‘Ulan, senden oyuncu mu olur!’ diye güldük.

Sadece oyuncu değil, gerçek bir sinemacı oldu.

Yılmaz Güney oldu.”

 

“Sinemayı seçen bir başka arkadaşımız Yılmaz Pütün’dü. Adana’dan tanıyordum onu. İstanbul’a gelince beni bulmuştu. Kahveye götürdüm. Kısa sürede herkesle dost oldu. Bir kusuru vardı. Yazdığı öyküleri okumak isterdi bize. Dinlemezdik. Bazen, ‘Birinden yirmi lira aldım, kafa çekmeye götüreyim sizi,’ derdi. Anlardık hemen. Cebinde bir öykü vardı mutlaka. İki kadeh içki hatırına meyhanede öyküsünü dinlerdik.

Günün birinde, ‘Atıf Yılmaz beni bir filminde oynatacak,’ dedi.

‘Şaşırmış,’ dedik. ‘Senden oyuncu mu olur!’

Bu Vatanın Çocukları’nın Şan Sineması’ndaki galasına gittik topluca. Bizim Yılmaz, Yılmaz Güney olmuştu. Sinema çıkışında arkasından bağırıp dalga geçtik. O da bizi taşa tuttu.”

 

ZÜLFÜ LİVANELİ: “Zülfü (Livaneli) Yer Demir Gök Bakır’ı çekmişti. Bir akşam takıldım ona. ‘Yazıklar olsun,’ dedim. ‘Şu filmde beni oynatmadın ya…’

‘Bundan sonraki filmimde oynar mısın?’ diye sordu.sis

Laf olsun işte… ‘Oynarım,’ dedim.

‘Söz mü?’

‘Söz.’

Aradan uzun zaman geçti. Günün birinde kapı çalındı. Bir adam. Elindeki koca zarfı uzattı: ‘Zülfü Bey gönderdi.’

Zarfı açtım. Bir senaryo. Kapağında Sis yazıyor. Altında ‘Savcı: Ülkü Tamer’. Bir de not: İki gün sonra sabah dokuzda eski Sultanahmet Cezaevi’nde olacakmışım.”

Gulda Sahin

 

Gülda Şahin
İpekli Mendil Yazarı

 

Yorum bırakın