Bir Beyoğlu Hatırası- Tavuk Göğsü Kazandibi, Zeynep Avcı

Bazı öyküler vardır. Bu bazı öykülerde bazı cümleler. Yaşamanızla doğrudan bir bağ kuramasanız da bir anda sizi beklenmedik yerlere sürükler, biri anımsatmaya kalksa size göre neredeyse yaşamadığınızı iddia edecek denli unutmuş olduğunuz anlar bir topaç gibi dönmeye başlar zihninizde. Topaç döner döner ve çizdiği dairelerin içinde okuduğunuz cümleyle ilgili-ilgisiz tüm olaylar, duygularınız, düşünceleriniz de dönmeye başlar. Bu döngü durduğu zaman sabit bir noktaya temas edersiniz, anımsanan olaydan bugün yaşamda nereye değdiğiniz nokta olur çoğu zaman.

Zeynep Avci-Ask MelegiZeynep Avcı’nın “Aşk Meleği” adlı öykü kitabındaki açılış öyküsü olan “Misafir (Tavukgöğsü kazandibi)” öyküsü de bana yukarıda tarif ettiğim şeyleri yaşatmıştı ilk okuduğum zaman.

“Tavukgöğsü yemek istiyorum, Saray’da” dedi, “ Uzun zamandır gelmemiştim buralara.”

Bu cümleyi öykünün neredeyse girişi sayılabilecek bir yerinde okuduğumda zihnime düşen ilk sahne yeni taşındığımız Erenköy’deki evimizde ailemin yakın ahbapları Haluk Amca ve Yurdanur Teyze’nin bize yemeğe geldikleri gün olmuştu. Yemekte Haluk Amca Yurdanur Teyze’nin tam karşısında oturuyordum. Getir götür işini yapabilmek ve her şeyin tam tekmil olması için salon kapısına yakındım. Haluk Amca gece boyunca espriler yapıyor, kibarlığı ve iyiliği herkesi büyüleyen Yurdanur Teyze kısa kesik gülüşlerle cevap veriyordu. Her misafir geldiği zaman görücüye çıkmış gibi davranan babama da takılıp duruyordu. Sıra tatlıya geldiği zaman annem “Ay, Yurdanur’cuğum pek sevdiğin tatlıdan yaptım ama bu yalancısı!” diye şakımıştı. Ben eş zamanlı olarak tavukgöğsünü masaya koymuştum. Haluk Amca “Eee, bir ara da Beyoğlu’nda hakikisini yedirirsiniz, inşallah!” diye gene takılmadan edememiş, “Peki benim sevdiğim tatlı yok mu ayol?” diye sorduğunda annem de krem karameli getirmişti. Ben de gevrek gevrek gülecekken sofradaki eksikliği fark etmiş, neyse ki babamın bakışları tarçınlaşmadan çabucak mutfağa seğirtmiştim. Tam salon kapısına yanaştığımda Haluk Amca’nın kaşıkta hafifçe titreyen krem karameli Yurdanur Teyze’ye yedirişine denk gelmiştim,“ En tatlım benim!” diyerek. Yurdanur Teyze de aynı şekilde yalancı tavukgöğsünü ona doğru uzatmıştı. Sanırım on sekizimdeydim bu olaya tanık olduğumda.

O andan sonra tatlı paylaşan her çift benim gözümde büyük aşk yaşayan bir çift idi. O gecenin bitiminde kapıda onları uğurlarken aşk dolu, belki eskilerin deyimiyle muhabbet dolu bir çifte bakıyordum. Ne yakışıklı adamdı şu Haluk Amca! Her zaman geriye doğru taradığı saçları ve ince bıyığıyla tıpkı Cary Grant gibiydi. Az da boyu uzun olaydı. En azından Yurdanur Teyze kadar. Hep biraz eğik dururdu Yurdanur Teyze, sanki bu eksikliği gidermek ister gibi.

O akşamdan birkaç yıl sonra Yurdanur Teyze’yi kaybettik. Senesi olmadan da Haluk Amca bir başkasıyla evlendi. Etraftaki eş dostlarından, “Daha senesi bile dolmadı ayol!” ile başlayan cümlelerin nerelere vardığını hayal gücünüze bırakıyorum. Ben bir tek şeyi düşünüyordum, yeni eşine de öyle tatlı yedirecek miydi? Yoksa yedirmiş miydi? Eğer öyle ise bu affedilemez bir ihanet olurdu. Kime? Sanırım, sanırım bana ve aşka o denli muhabbet bir başkasına da gösterilebilir miydi, aynı içtenlikle? Yok, yok, insan bir kere severdi, bir kere sevmeliydi de. Haluk Amca da bir kere en derinden Yurdanur Teyze’yi sevmişti. Şimdi bir başkası? Çok kızmıştım. Gerçekten bari senesi dolsaydı! Belki de yeniden âşık olmuştu Haluk Amca? O zamanlar bunları kabullenmem de gençliğin verdiği toylukla düşünmem de mümkün değildi. İnsanın sevdiği ölünce sevenin de ölmesi gereken, dünyaya küsmesi gerektiğine inandığım zamanlarımdı. Bir gönüle bir kaç sevda sığdırmanın mümkün olabileceğine inanmama ise daha vardı.

Tavuk Gogsu Kazan Dibi“Tavukgöğsü yemek istiyorum, Saray’da” dedi, “ Uzun zamandır gelmemiştim buralara.”

Bu cümle öykünün kadın kahramanının dudaklarından dökülüvermiştir bir anda. Söylenen kişi ölen kocasının yakın arkadaşlarından birisidir. Mezarlıktaki definden sonra nereye gideceğini, ne yapacağını bilmez halde takside oturan kadına yalnız kalmamak için birlikte gitmeyi teklif eden erkek kahramanımıza, “Beyoğlu’na doğru gitsek…” der. Kızlarının mezarlığa gelmediğini üzülerek söyler. Tatlılarını yerken kocasından bahsederler. Neşeli, iyilik dolu, cömert bir adamdır rahmetli. Ama ne içkisini ne yemeğini kısmıştır, sonunda da…

“Böreklerinize dayanamadığını söylerdi hep.”

Kadın kahramanımız elini ağzına götürerek güler; o hiç börek yapmamıştır ki, hatta doğru dürüst yemek bile yapmamıştır.

“Gidip yufka alır, kendi yapardı börekleri. Demek herkese börek yaptığımı söylüyordu. Ne iyi adamdı değil mi?”

Bu soruyu önce cevaplayamaz erkek kahramanımız. Birden kadının acıklı konulara değineceğini zanneder. Artık acıklı hiçbir şeye dayanamamaktadır bir süreden beri. Ama sohbet gene rahmetlinin neşesinden, hayatı sevdiğinden dem vurularak devam eder. Adam, rahmetlinin neden neşeli olduğunu seziverir. İlk tatlı bittikten sonra kadın sorar:

“Bir tane daha yesem, ayıp olur mu?”

Bu soru bir yakınlaşmanın, yeni edinilen ve arada yakın bir bağ olan insana yaslanma isteğinin açık bir göstergesidir sanki. Belki de bir rahatlamanın. Beyoğlu’ndan ayrılırlar kol kola. Kadını evine bırakır. Davet edilmek en büyük arzusudur ama çıtı pıtı kırılgan haliyle kadını yeni hayatına uğurlar. Araya zaman girer. Erkek kahramanımızın işleri pek yolunda gitmemektedir. Gene işsizdir ve ev sahibiyle sıkıntılar yaşamaktadır. İçinden kadını aramak gelir. Biraz zaman sonra kendisini açık pembe, kadife bir koltukta oturmuş elinde bir fincan çayla dertleşirken bulur. Kadın bir teklifte bulunur:

“Sen de yalnızsın, ben de. Gel, benim kiracım ol. Ev benim; kim karışır?”
“Yok, canım. Olur mu?”
“Niye olmasınmış? Ben korkuyorum zaten bu koca evin içinde. Bir köşede bir can bulunduğunu bilirsem, içim rahat eder.”

İlk aklıma gelen, “Ne kadar zaman geçti ki acaba?” idi. Nasıl böyle bir soru sorduğuma şaştım sonra. Bazı şeyleri yaşamanın, bazı duyguları hissetmenin herkesçe kabul edilen uygun zamanları mı vardı? Yurdanur Teyze öldükten sonra Haluk Amca yeni eşiyle senesi dolduktan sonra evlense daha mı kabul edilebilir olacaktı her şey? Peki, tersi olsaydı, kadınlar için belki de sene değil, bir ömür boyu yasaklar söz konusu. Hele annelik vasfınız var ise, yeni bir eş, yeni bir aşk mümkün kılınır mıydı? Peki, bize neydi? Neden karışıyorduk böyle? İşte belki hayattaki kilit sorulardan birisi budur, diye düşündüm. Kim karışır? Kimiz biz? İki kişi evlilik olmadan yaşayamaz, senesi dolmadan evlenilmez, uluorta öpüşülmez, o yapılmaz bu yapılmaz. Suçluluk duygusu veren bakış ve söylemlerimizle herkesi baskılara ve yalnız yaşamlara itmeye ne hakkımız var? Ne hakkımız var yaşanması mümkün başka başka aşkları yargılarımıza hapsetmeye?

Processed with VSCO with a5 preset

Ev kadın kahramanımızındır ve kim karışacaktır ya, birlikte çok güzel bir hayat paylaşmaya başlarlar. Aşkın etkileri bir bir izlerini ortaya serer. Erkek kahramanımızın işleri düzelir, giyimi kuşamı değişir. Bekâr arkadaşlarla geçirilen geceler azalmıştır. Yeni aşk usul usul, rahat ve baskı kurmadan girmiştir yaşamlarına. Sanki eskiden yapılan hatalar varsa tekrarlanmaması, bir birlerinin gözlerinin içine bakılacak anların heba olmaması için ikisi de ihtiyatlıdır. Baskı kurmazlar birbirlerinin üzerinde. Bir süre sonra bu tatlı hayat kadının kızı ve damadının eve yerleşmesiyle sıkıntıya girer. Damat iflas etmiştir çünkü. Kadın kahramanımızın kızı asla kabul etmez evdeki misafiri. O kadar ki işi sofraya tabak koymamaya kadar vardırır. Belirli bir zamandan sonra aşkı yakalamış olan çiftimiz gergin bir yaşam sürdürürler. Erkek kahramanımız ise kadını bırakmak istememektedir.

“Bir daha nasıl bulacaktık birbirimizi? Kaç günümüz kalmıştı göz göze bakacak?”

Kadın kahramanımız da bu aşkı sürdürmeye, yakaladığı şansı kaybetmemeye kararlıdır. Başkaları için, başkalarının kurallarının, yargılarının ve korkularının zehrini akıtmayacaktır hayatına. Bu başkaları çocukları olsa bile dirençlidir. Küçük bir oyun oynar kızıyla damadına. Nişanladıklarını açıklar ve yüzükleri damadının takmasını ister bir gece. Bu durumdan misafirimizin de haberi yoktur! Kızı ve damadı bu haberin üzerine apar topar evi terk ederler. Erkek kahramanımız şaşkındır.

“… Dedim ki, evleneceğiz dersem, bu kız doğru ablasına koşar, miras meseleleri gelir akıllarına, ortalık karışır… Biz de bu bahaneyle başbaşa kalırız. Belki şöyle bir Beyoğlu’na çıkar birer kazandibi bile yeriz…”

Şimdi geriye bakınca Haluk Amca’ya duyduğum kızgınlık yerini bambaşka duygulara bırakmış durumda. Âşık mı olmuştu gerçekten bilmiyorum. Farklı gerekçeleri de olabilirdi. Varsın olsundu. Bir can yoldaşı, hayat arkadaşı istemiş olamaz mıydı? Herkes bir bir kapılarını akşam olup örtünce yalnız başına eve gitmek ne denli acıydı, kim bilir? Arkadaşları, belki çocukları kendi hayatlarını yaşarken başkalarının çizdiği çerçeveyi kırmak istemişti kuvvetle muhtemel. Kendisine biçilen yalnız hayatı değil, yavaş yavaş mayalanacak bir muhabbeti seçmişti.

Zeynep Avcı’nın Misafir adlı bu öyküsü yine senaryosunu kendisinin kaleme aldığı, Atıf Yılmaz tarafından çekilen Yerçekimli Aşklar adıyla beş kısa öyküden oluşan filmler arasında yer almıştır. Filmde başrolleri Türkan Şoray ve Ali Poyrazoğlu paylaşırlar. Senaryo temel olarak öyküye sadık kalmışsa da bazı öğelerde değişiklikler barındırmaktadır. Örneğin; tavuk göğsü ölen eşin yediği tatlı iken kadın kahramanımız hep kazandibi yemiştir. İki kız çocuğu yerini erkek bir çocuğa bırakmıştır. Belki erkeğin bir annenin namusu üzerinde kız çocuğa göre daha fazla söz sahibi olduğunun vurgulanması düşünülmüş olabilir. Filmde erkek çocuk o kadar sert tepki gösterir ki sonunda göründüğünden farklı bir düşünce yapısına sahip olduğuna şahit olan nişanlısı onu terk eder. Ayrıca kadın kahramanımız öyküdekinin aksine çok güzel yemek yapmaktadır. Her ne kadar filmde de ölen eş Muzaffer Bey’in neşesinden iyiliğinden konuşulsa da, kadının evde yalnız kaldığı ilk anda resmi ile dertleşmesi ve hayatı hep kocasının öngördüğü ve arzuladığı şekilde yaşamış olmalarından dem vurulmasının sanki kadının ikinci bir aşka tutunmadan önce onay alma ve bundan sonra dilediği gibi yaşayacağının sinyalini vermek için kaleme alınmış olduğunu düşündürdü bana.

Filmle öykü arasında bazı farklılıklar olsa da geldiğim nokta şu; gönlünün çektiği gibi yaşamak isteyenler için doğru şeyleri, olması gerekenleri, doğru zamanları belirlemeye çalışmak haddi aşmak değil de nedir? Hele aşk ve sevda ise söz konusu olan.

Birazdan her pazar olduğu gibi Beyoğlu’na gideceğim. Belki Saray’a da uğrarım. Tavukgöğsü kazandibi ısmarlayan bir çift görürsem dikkatle bakacağım, aşk meleğinin işlerine karışılmaz ya, belki güzel bir şeylere tanık olurum, kim bilir.

Billur OzekeBillur Özeke
İpekli Mendil Yazarı

Yorum bırakın