Suzan Samancı – Yazarların Günlük Ritüelleri

suzan Samancı2

Yazıyla geçen bir gününüz nasıl geçer? Nasıl programlarsınız?

Tutkuyla yazmaya bağlı ve yazmayı bir yaşam biçimi haline getiren her yazara “yazmaya nasıl başlandığı” sorulduğunda, yanıt: “Küçük yaşlardadır.” İlkin kendimizi ifade etmek için ya da bir farklılık yaratmak için yazsak da, sonra başkalarının bilincinden de sorumlu hale gelinir. Bu sorumluluk: Disiplin ister, bıkmadan usanmadan yenilik ister, araştırma ister.

Yaşamımı ikiye ayırmam gerekir, 2008’e kadar Diyarbakır’da geçen yıllar ve şu an Cenevre’deki yaşamım. Toplumsal olarak çok zor bir coğrafyada şekillenip acılara tanıklık etsek de, olanak, yaşantı ve atmosfer olarak kendimi şanslı görüyorum; bu şansı dirence, enerjiye ve sürekliliğe çevirmek, insanın iradesidir. Her şeyi toz duman etmek, “Ben sanatçıyım” edasıyla delimsirek hallerden sıyrılmamak, rol yapmaktan başka bir şey değildir.

suzan Samancı1Diyarbakır’da profesyonel yazı hayatımın başlamasıyla, yemek yapmaktan başka hiçbir işle uğraşmadım. Her sabah saat yedide uyandığımda odama geçerdim, kitap kokusu beni benden alır, her biri bana, mezra, köy, ilçe, kent, mega kentler, ülkeler, kıtalar ve irili ufaklı yıldızlar gibi bakardı. Roman yazma atmosferinde değilsem, güne gazeteleri taramakla başlarım. Dokuz gibi kahvaltı yaparım, nedense hep 10.30 gibi masa başına geçerim, bir gün önceki yazdıklarımı yüksek sesle okurum, sonra ısınmak için şiir, beni uçurur gider… O anki yazma performansıma bağlı iki saat, üç saat. Sonra ara veririm. Okumaya başlarım. Televizyon hiç izlemem, daha özgün olabilmek ve yaratıcılığımı yapılandırmak için.
Tabii bu arada çekirdek aile dışında akrabalık ve arkadaşlık ilişkilerim yok denecek gibi. Bilincimi öylesine programlamışım ki, zihinsel anlamda odama, hatta evimin eşiğinden hiç kimseciklerin geçmesine izin vermedim, vermiyorum; zihni boş şeylerle meşgul etmek yaratıcılığa gölge düşürür. Diyarbakır’da iken haftada üç gün pilates yapıyordum. İkinci yazma hamlem gece 22.30 gibi olur, ya da okumalar. Yatmadan önce de yazdıklarımı okur, ertesi gün yazacaklarımı sahnelemeye başlarım. Genelde 12.00 ve 1.00 arası yatarım. Tabii bu arada, yüreğinin arılığına ve içtenliğine inandığım, birkaç dostla ve ailem ile telefon konuşmalarım var.

Diyarbakır’da parka gitmeye üşenen ve apartmanın girişinde top oynayan çocuklara epeyce çıkışıyordum, “Ma abla senin bu çalışmağın hiç bit mi?” dediklerinde, onları kazanmaya başladım. Şimdi nasıl özlüyorum o gürültüyü; Cenevre gibi insanı çıldırtan bu sessizlikte.

Sekiz yıldır Cenevre’deyim. Yazar her yerde yalnızdır, yazar bu yalnızlığını yaratamıyor, hem de bundan şikayetçi olmuyorsa, yazmak o zaman hobiden öte değildir. Seksenlik heykeltıraş bir İtalyan kadının kiracısıyım. Diyarbakır’daki yazma düzenim aynen devam ediyor, uzun yürüyüşlerim var, yürürken bir şey düşünmemeye çalışır doğayı dinlerim. Geçen gün yürürken, ormanlık alanda, nehir kıyısında bir soprano yeri göğü inletiyordu.

SefernameÇalışırken olmazsa olmaz ritüelleriniz var mı? Varsa nelerdir?

Odam ve çalışma masamın dışında konsantre olamıyorum, otel odalarında, başka yerlerde yazamıyorum. Mutlak sessizlik ve yalnızlık olmalı, bir de masam kalabalık olmalı, kitaplara ve kalemlere dokunmalıyım. Sessizliğin ötesinden süzülüp geliyor ve içime akıyor sözcükler, inci gibi zıp zıplıyor, kafamda dans ediyorlar. Sözcüklerin ritmini ve müzikalitesini bozmamalı dışarıdaki sesler, kimsecikler aramıza girmemeli. Bu nedenle illa masam ve odam olmalı.

Müzik dinleyerek çalışabilir misiniz? En çok ne dinlersiniz?

Müzik olmadan olur mu? Ama yazarken değil, okurken enstrümantal tercih ederim. Her kitabın kışkırtıcı, oluşturucu müziği vardır, daha önce de demiştim, “Korkunun Irmağında”yı yazarken hep Thedorakis’in Litany‘sini dinledim. Helepçe’den Sevgili’yi yazarken, “Koma Amed, Koma Çarnewa‘yı ve Hozan Serhat’ı dinledim. Sonra Karabetê Xaço, Arif Cizrawi, çocukluğumuzun Aram’ı ve Ayşe Şan’ı. Nune Yeseyan’ı ve Sayat Nova‘nın eserlerini severim. Elbette Beethoven ve Vivaldi.

suzan Samancı4Çalışmaya kâğıt kalemle mi başlarsınız yoksa bilgisayarda mı yazıyorsunuz?

İnsanın belleğine işleyen taze kitap ve kâğıt kokusundan ayrılmaya hiç niyetim yok! Kendimi bildim bileli, yarım kalmış okul defterlerine ya da samanlı kağıtlara yazdım. İlk öyküm “Kılağılaşan Hüznü” ise uzunca takvim yaprağının arkasına yazmıştım. Defterler, kalemler zihnimi tetikler, sorumluluğumu daha çok anımsatır. Bir de defterden bilgisayara geçirmek, en büyük editoryal çalışma oluyor. Prag’da Kafka’nın müzesini gezdiğimde, kargacık burgacık defterlere yazdığım için hayıflandım. Kafka, çoğunlukla çizgisiz defter ve dolmakalem kullanmış.

İlham gerçekte var mı? Varsa sizinki nasıl geliyor?

İlhamın olduğuna inanmıyorum, ilham denilen şey, genetik yapımız ve bilincimizdir. Tanrılar ve melekler yazdırmıyor maalesef; emek, sevda ve direniştir yazmak. “Yazar olunur ve yazar doğulur mu?” sorusunun yanıtı nasıl çok boyutluysa, ilham var mıdır, yok mudur da çok boyutludur. Her insan yaşar, ama göremez, her insan bilir ama aktaramaz, işte ilhamın yanıtı bu temelde gizlidir. İçe dönüş, iç sesle mükemmel bir bağlantı kurma, ruhsal arınma iç dünya yoğunluğunu artırır; bilinç ve bilinçaltı öyle muazzam bir şeydir ki, okuduklarımız, farkında olmadan algıladığımız her kare ve ses kısacası, kaydettiklerimizin bir yansıması ve gerçeğidir ilham. Çağrışımlar, çatışmalar, esinlenmeler.

Suzan Samancı5Edebiyat ve sanat alanı iki temel üzerinden yükselir, ya arınarak, etik, ahlak ve ilkelerinizle iç dünya yapılanır, ya da hayata meydan okuyarak, kural tanımayarak her şeyi hiçe sayarak, farklılık adına ortalığı toz duman ederek, hep maceralı bir yaşama gereksinim duyarak, dinamizm ile beslenerek yazarsınız. İlham denilen şey belki de bu yaşanmışlıkların molasında ya da sessizliğinden fırlayanlardır. İç dünyam ile mükemmel bir dengem var, tüm dinlere ve oluşumlarına sanatsal açıdan bakıyorum, kutsal kitapları o dönemlerin romanı olarak görüyorum. Ham ve tıkız bir bilincin ilhamı ne olabilir ki! Ruhsal teorim evcil değil, pratiğim evcil; düzenli, disiplinli bir yaşamı seviyorum, ve bundan besleniyorum. İlhama dönecek olursak, örneğin: Arabada bir yolculuk esnasında, öykü dosyamı düşünüyordum, “Reçine Kokuyordu Hêlîn” adı aniden bir şimşek gibi zihnime düştü, “Hah tamam!” dedim. “Suskunun Gölgesinde” de öyle, hiç kafa yormadan ansızın gelen isimler.

Bir fikrin iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız?

Bir fikrin iyi olup olmadığını insanın düşünce sistemi ve iç sesi yanıtlar, o fikrin verimli ve verimsizliğini düşündüğümde, sevinç ya da sıkıntı olarak algılarım. Bilincin düzeneği yanıt verir yine, hani çok aydınlık, güçlü, insana güven veren farklı insanlarla karşılaştığınızda, yaşama sevinci duyarsınız ve hiçbir ikircik hissetmezsiniz, işte iyi fikrin yaydığı enerji de öyledir, kaygı duymuyorsam, bana statikliği sunmuyorsa, yolculuğuma devam ederim.

Dönüp dönüp okuduğunuz şairler yazarlar kimler?

Edebiyata şiirler başlayıp, öyküye ve romana yönelsem de, şimdiye kadar şiirden kopmadım; iyi bir edebiyat şiir üzerinden yapılanır. Şairlerden: Cemal Süreyya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Aragon, Cegerxûn, Murathan Mungan. Selim Temo. Şerko  Bêkes. Yazarlardan: Virginia Woolf, J.Joyce, Faulkner, Camus, Sabahattin Ali, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Bilge Karasu, Latife Tekin, Sait Faik, Vüsat O.Bener, Ehmedê Xani,

suzan Samancı3

En sevdiğiniz öykü/öyküler/öykücüler hangisi?

Çehov’un yarattığı öykü atmosferini ve öykülerindeki bütünlüklü dengeyi çok seviyorum, gerçekten de öyküde tüfekten söz etmişse, onu öykünün sonunda patlatıyor. “Eczacının Karısı” nasıl güzel bir öyküdür. Sait Faik’in sıradan insanlarını, öykü atmosferini, koskoca dünyaları üç beş sayfada bir roman gibi sunması, sonra ötekilere geniş bir dünyadan bakışıyla bana hep “Hişt hişt ” der. Vüsat O. Bener’in ekonomik cümlelerini inci gibi dizişi ve ironisini, Bilge Karasu’nun o muhteşem felsefik alt yapısını, damıtıkf cümlelerini, aklın ve duygu harmonisi tümel öykülerini, Füruzan’ın olay örgüsü ve içtenliğini, Faruk Duman’ın kısa cümlelerini, Onat Kutlar’ın tek kitabı “İshak”ını, Gogol’un sıradan insanlarını, güçlü psikolojik yapısını, “Paltosu”nu severim.

Şu an ne okuyorsunuz?

Aynı anda çok kitap okuma alışkanlığımı yıllar önce edindim. Eskiden her şeyi okumaya çalışırken, şimdi çok seçiciyim. Bazen şu çok satanlara bir bakayım diyorum, inanın okuyamıyorum, ama Orhan Pamuk, severek izlediğim yazarlardandır. Aynı anda çok kitap okuma konsantrasyonu artırıyor ve müthiş bir etkileşim sağlıyor.  Mihail Bahtin’in “Rebalis Ve Dünyası”, John Fowles’in “Zaman Tüneli”, Ramazan Pertev’in yeniden “Edebiyata Kurdî ya Gelêrî” sini, Ehmedê Xan’i’nin “Mem û Zin”ini istediğim yerden açıp okuyorum. Karin Karakaşlı’nın “İrtifa Kaybı”nı, Mevlüt Özben’in “Kirlilik Kavramı ve Aleviliğin Asimilasyonu”nu ve Fransızcamı geliştirmek için Yaşar Kemal’in “Mémed le Mince” ile Orhan Pamuk’un “Mon Pére”ni okuyorum. (1 Nisan 2017,  Cenevre / Sezonove)

 

Yorum bırakın